Siracettin Aslan / Doğruhaber / Araştırma

Belirli bir zaman ve mekân bağlamında cereyan eden hadiselerin, tarihte bir basamağı olmakla birlikte tarihsel düzlemde benzer örneklerini bulmak mümkündür. Bu anlamda bugünkü hadiselerin sağlıklı bir şekilde okunabilirliği, günümüzde hâsıl olan vakıaların bir benzerini tarihte bulup araştırmakla ölçülüdür. Çünkü insanın dâhil olduğu bütün sahalarda meydana gelen olay ve gelişmeler, bir anda gökten zembil ile vasıl olmuş değillerdir. Bütün bunlar, illiyet zinciri dâhilinde varlığa gelir ve zamanla gelişim gösterirler. Bu bakımdan tarih, geçmişi kayıt altına aldığı gibi geleceğin seyrini de kendinde barındırır. Bu nedenledir ki, “tarih tekerrür eder sözü” darbı mesel haline gelmiştir. Öyle ki tarihte yaşanılan birçok vakıa, belli periyotlarla ve kısmî değişikliklerle tekrar tekrar ortaya çıkıverir. Tarihi vakıaların bu şekilde neşvünema bulmasının, bugün ve yarına ilişkin varoluşlarını gerçekleştirme gayretinde olan toplumlar için elbette ki birçok hikmeti vardır.

Yaşadığımız şu 21. asırda, İslâm dünyasının devasa sorunlarının olduğu muhakkaktır. Bu sorunlar arasında, tevhid-vahdet düşüncesinin hasmı olan İslâmi toplumlardaki zihinsel ve coğrafî bölünmüşlük ve kutuplaşmalar önemli bir yer tutar. Bu bölünmüşlük ve kutuplaşmada, İslâm ümmetinin dâhili sorunlar anlamında zihniyet esasen etken olmakla birlikte harici unsurlarının mevcudiyeti söz konusudur. Bu harici unsurların temelinde ise Batı uygarlığının emperyalist/sömürgeci ve asimilasyoncu çabalarının altındaki Makyavelist, Hobbes’vari diktatöryel yönetim anlayışı vardır. Bu yönetim anlayışından hareketle Batı uygarlığı, “Müslümanı Müslümanın kurdu” haline getirerek asırlardır İslâm toplumlarını idare ve terbiye ederek varlığını sürdürmektedir.

Böylece İslâm dünyasında, umumî anlamda tahrip edilmemiş, alinasyona uğratılmamış değer yargıları; sekülerizmin dâhil edilmemiş eğitim kurumları; bölünmemiş, işgal edilmemiş ve kutuplaştırılmamış bir coğrafyası ve buna bağlı Müslümanların zindanlara tıkılmadığı, mazlum ve mustazafların kanının dökülmediği bir yer kalmamıştır. Batılılar, bütün bu yaşanmışlıklar üzerinden İslâm dünyasını idare etmek ve bir bakıma da Müslümanlara yön belirlemekte ve onları kendi istedikleri gibi düşünmelerini sağlamaktadır.

Batı uygarlığının İslâm dünyası üzerindeki bu tahakkümcü ve fitneci karakterini, tarihsel bazı olaylarla ilişkilendirerek, betimlenerek serdedildiğinde, bundan bazı ibretler çıkarmak mümkündür. Yani tarihsel süreçte meydana gelen meseleleri günümüze taşıyıp çağın ruhuyla tetkik edildiğinde mevcut İslâm toplumları üzerindeki Batı uygarlığının paradigmasını anlayabiliriz. Bu çerçevede asrın İslâm dünyasının yaşamış olduğu fiziki işgallere, bölünmüşlüğe ve ümmetin kutuplaşmasına ilişkin tarihte birçok örnek olmakla birlikte İskender’î Rumî’den ve Asr-ı Saadet öncesi Medine Yahudilerinden örneklemlerden bulunarak bir benzerliğe dikkat çekilebilir.

Makedonya Kralı II. Filip’in oğlu İskender-i Rumî (İÖ. 356 – İÖ. 323), tarihte Büyük İskender, İskender Yunanî ve Batılılarca da III. Aleksandros diye bilinir. Yaklaşık 10 yıl tahtta kalan İskender’in, belki de en çok bilinen yönü, genç yaşlarında Makedonya’dan Hindistan’a kadar yaklaşık dünyanın üçte birini işgal edip idaresine almış olmasıdır. Muazzam bir orduyla yola çıkan İskender, İran istisna edilirse hiçbir yerde doğru dürüst bir mukavemetle karşılaşmaz. Tarih kayıtlarına göre İskender, İran’ı dıştan yenemeyince içerden bazı komutanlara gelecek vadederek içten ele geçirir. Bu şekilde İran’ı zapt eden İskender, devletlerini satan işbirlikçi komutanları öldürür ve der ki; “devletlerini başkalarına satanlar, tabir yerinde ise beni yarın ‘hay hay’ satar.”

Böylece İran da dâhil olmak üzere büyük coğrafyaları ele geçiren İskender, bu yerlerin idaresi için tefekkür etmeye başlar. Ancak İskender, durumdan çıkamaz hale gelir. Bu durumu, kendisinin baş danışmanı ve aynı zamanda hocası olan Aristoteles’e danışır.

Evet, Aristoteles, Antik Yunan’ın en önde gelen düşünürü ve aynı zamanda büyük bir sistem filozofudur; Eflatun’un talebesidir; Roma’nın kapatmış olduğu Lise Akademisinin kurucusudur; Nikomakhosa Etik, Fizik, Metafizik ve Politika adlı eserlerin müellifidir; bilhassa 9. ve 12. yy.’da meşai ekolu başta olmak üzere İslâm dünyasını en çok etkileyen hükemâdandır; Halife Me’mun’nun rüyalarına gelen bilgedir. İşte bu bilge, İskender, ele geçirdiği yerlerin idaresiyle ilgili kendisinden görüş istediğinde, çağdaş Batı emperyalizminin kılcal damarlarına hayat suyu veren şu tarihi açıklamayı yapar: “Ele geçirmiş olduğunuz yerlerin idaresini doğrudan yapmanız, bu yerlerdeki hâkimiyetinizin devamlılığını kısaltır. Hâkimiyetinizin devamlılığı için en iyi yol, bu yerlerde nifak tohumlarının ekilmesidir. Eğer siz, ele geçirdiğiniz toplumlar arasında nifak tohumlarını ekerek onları birbirlerine düşürüp başlarına hakem olursanız, onları idare etmeniz çok daha kolay ve uzun süreli olabilecektir.” İşte Aristo’nun asırlar öncesinde ifade ettiği bu görüş, açıklanmaya gerek bırakmaksızın günümüz İslâm ümmetinin bölünmüşlük ve kutuplaşmışlık sorununun en önemli veçhesini oluşturduğu ayan beyandır. Bu bölünmüşlük ve kutuplaşma, Batılıların, İslâm ümmetinin içine koyduğu nifak tohumlarının ve düşünsel mitlerin bir neticesidir.

Bir diğer örneğimiz, Medine Yahudilerdir. Bilindiği üzere Medine şehrinde, Evs ve Hazrec olmak üzere önde gelen iki kabile vardı.

Bu iki kabile, Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde, birkaç Ata’da birleşmekle birlikte yaklaşık iki asrı bulan savaş içindeydiler. Evs ve Hazrec, yılın belirli zaman diliminde savaşırlar ve sonra arabulucular olarak Medine Yahudileri devreye girerlerdi. Medine Yahudileri, esas geçim kaynağı olarak kuyumculuk, savaş teçhizatlarının üretim ve satışıyla uğraşırlardı. Bu Yahudiler, arabulucu oldukları her iki kabilenin zayıf noktalarını bilmekte ve yeri zamanı geldiğinde, her iki kabile arasında fitne ve fesat çıkarak birbirilerine savaştırmaktaydı. Böylece Yahudiler, her iki kabileye sinsice savaş malzemelerini satıp kazanç elde ettikleri gibi onlar üzerine otorite sahibi olmuşlardı. Bu durum, Hz. Peygamber Medine’ye yerleşene kadar devam eder ve sonrasında Yahudiler, iki kabile arasında savaş çığırtkanlığı yapmışsa da müsaade etmemiştir.

İskender-i Rumî’nin ve Medine Yahudilerinin bu tutumlarıyla çağımızın Batı uygarlığının ve israil’in İslâm dünyası üzerindeki tahakkümcü yapısı arasında önemli benzerlikler söz konusudur. Bu benzerlikler bağlamında tarih okumaları yapmak, günümüz İslâm ümmetinin meselelerinin tahkik edilmesinde bilgisel imkân sağlayacaktır. Bu çerçevede özelden genele doğru tarih okumalarını gerçekleştirmek, çağın beklentisine ve ruhuna bağlı olarak İslâm ümmetinin bugünü ve yarını için önemli veriler ortaya çıkacaktır. Nitekim Hz. Peygamberin, müşrikleri hak davaya davet eder ve zamanın meselelerinin tahlilini yaparken tarihten –bilhassa peygamberler tarihinden- örnekler vermesi önemli bir başvuru kaynağıydı. Bu nedenle günümüz Müslümanları, İslâm dünyasındaki zihinsel bölünmüşlüğe, kutuplaşmaya ve işgale karşı yöntemler geliştirirlerken örneklemiş olduğumuz İskender-i Rumî’nin ve Medine Yahudilerinin karakteristik özelliklerinden dersler çıkarılması gibi birçok tarihsel hadiselerin seyrini bir bilgi kaynağı olarak işleyebilirler. Bu bilgi kaynağı, uzak tarih örneklemeleri olabileceği gibi yakın tarihteki hadiselerden edinilen vasatlar da olabilir. Mesela yakın tarih ile ilgili olarak cumhuriyet öncesi ve sonrasında ülkemizde meydana gelen hadiselerin bir benzeri, bugün Irak Kürdistan’ında, Rojava’da ve Türkiye Kürdistan’ında ayan beyan olarak ortaya çıkmış ve çıkmaya devam etmektedir. Bu anlamda Kürdistan bölgelerindeki sekülerliğe yönelik değişim ve bu değişimin müsebbiplerinin anlaşılması ve buna karşı ilmi yaklaşım doğrultusunda bir tavrın geliştirilmesi hususunda, bu değişimin cevvaliyetleri bağlamında cumhuriyetin seküler tarihinin iyi okunup tahkik ve tahlil edilmesi önemli bir veri kaynağı olabilir.