“İlk zamanlarda beni kıtır kıtır kesseydiler bile takkeyi başıma taktıramazlardı. O kadar ki çok nefsime ağır geliyordu, ancak şimdi bu takkeyi takmazsam başımı çıplak hissediyorum” diyerek eliyle başındaki kar beyaz takkeye işaret ettiğinde hidayet öyküsünü dinlemek ve yazmak istemiştim.
Tarık Hoca’dan hayatını anlatmasını rica ettiğimde Allah razı olsun kırmadı beni. Zaten hayatının kısa bir kesitini yazıya aktarmıştı. Yapacağım şey, anlamı kelimeye dökmekti. İnşallah yapabilmişimdir.
“Hayata bakış açısının temeline gayri meşru alem adı verilen alemin karanlık düşüncesini yerleştiren biri için şeref addedilen bir suçtan cezaevine girdiğimde benim için her şey yeni başlamıştı.
O zamana kadar geçmişim karanlık içerisinde değildi hatta öyle ki ben cezaevine girdiğimde başta ailem olmak üzere bir çok tanıdık ve akrabam şaşırıp kalmıştı ama bununla beraber aydınlık da değildi. Bir diğer tabirle sütten çıkmış ak kaşık değildi.
Cezaevine girdiğim 18 yaşıma kadar hayatımın büyük bir bölümü kötü ortamlarda veya gayr-i meşru alemde geçmişti ama o ana kadar cezaevine girmeme neden olacak bir suç işlememiştim. Benimkisi sadece nam û şan sevdasıydı.
Ne paraya ne mala ne de mülke ihtiyacım olmamasına rağmen – çünkü ailemin maddi durumu iyiydi – gayr-ı meşru denilen alem beni kendine çekmişti. Herkesin nefretle yaklaştığı suçlara ben o zamanki düşüncelerimin bir yansıması olarak aşık olmuştum. Kötülük mefkurem haline gelmişti.
Her anımda ve her ortamda bir suç düşüncesi zihnimi kuşatıyordu. Bir dindarın dinine olan bağlılığı gibi ben de gayr-i meşru adı verilen alemin rajonuna bağlıydım. Ve bir dindarın, dininin herhangi bir farzını yerine getirirken ki duyduğu derin hazzı, uygularken hissediyordum. Bu nedenle yolda yürüyenlerin mutlaka bir şekilde uğradığı duraklardan bir durağa uğramam fazla uzun sürmedi:
Cezaevi…
Bu durak gayr-i meşru alem yolcusunun kaçınılmaz durağıdır dedim. Ancak benim için bir duraktan ziyade bir başlangıç noktası oldu sanki…
Çünkü cezaevi benim gibiler için bir mektep veya meşhur tabirle bir “hayat üniversitesi” olacaktı, olmuştu… Nice insanlar bir yıldız gibi kayıp gitmişti. Kimisinin aklını başına getirir, kimisinin aklını ise başından alırdı ve ben bu akıl gel gitlerini çok yaşadım.
Yıl 2001… Aylardan Ramazan… Ben maneviyattan Ramazan ayının o güzel manevi havasından fersah fersah uzaktayım.
Çıkarıldığım mahkemede tutuklanıp cezaevine gönderiliyorum. Üzüleyim mi yoksa sevineyim mi bilmiyorum. Ardımda bıraktığım gözü yalşı insanlar gözümün önüne gelince için için ağlıyorum. Alemde “Erkekler ağlamaz” sözünü kendime rajon bilmeseydim gözlerimden sicim gibi yaşların dökülmesine müsaade edecektim.
Ama bir yandan da seviniyorum. Çünkü cezaevi bizim düşüncemize göre aslan yatağıdır ve orada aslanlar yatar. Tabi nerden bileceksin ki cezaevinde aslanların pençeleri ve dişleri teker teker sökülüyor.
Cezaevine girdim…
Sağ kolumda bir, sol kolumda bir başka askerle şimdilerde eski metris denilen cezaevi koridorunda yürüyoruz.
Üst araması, fotoğraf, parmak izi ve benzeri bir takım uygulamalardan sonra horlayan ve küçümseyen bakışlar altında eli sopalı gardiyanlara teslim edildik…
Korktum… Ama korkum dayak yemekten, işkenceden değildi. Korkum işkence vesilesiyle gururumun incinecek olmasındandı.
Gururumu, onurumu incittiler, kırdılar…
Onurum bu hayatta en çok değer verdiğim şeydi… uzun saçlarımı sıfıra vurduklarında babamı hatırladım. Ne de çok tartışmıştım sevgili babacağımla bu yüzden. Devamlı müşfik bir edayla saçlarımı kısaltmamı isterdi de her seferinde tepkilerimi alırdı.
Şimdiyse hiçbir şey diyemiyorum, saçıma uzanan yaban ellerin sahiplerine…
Hakaret yüklü bakışlar altında karantinaya konulduk. Karantinaya konulduğuma sevinmiştim. Evet sevinmiştim zira az da olsa düşünme fırsatı bulacaktım. Ranzamda uzanacak, mazi ve istikbal okyanusuna yelken açacaktım. O an en çok ihtiyacım olan şey bir parça düşünmekti. Annem, babam, kardeşlerim, sevenlerim, sevdiklerim ve artık uyku dışında tüm zamanımı beraber geçireceğim mahkumlar, gardiyanlar…
Kimisine kardeşim diyecektim, kimisineyse kalleşler diyecek onlarla kanlı bıçaklı olacaktım.
Önümü görmem gerekiyordu, bu nedenle düşünmeli ve bazı şeyleri hesaplamalıydım.
Ama ne mümkün! Ne dinlenebildim ne de düşünebildim. Mahkumlar bu cezaevine 5 yıldızlı plaza otel deseler de biz o otelin konukları değildik. Ama çalışanıydık.
Gardiyanlar bir hır gür içerisinde bizi apar topar alıp mutfağa götürdüler. Saat 02.30…
Gardiyan ağır ağır:
Evet arkadaşlar!
“Şimdi seçeceğim adamlar benimle gelsin…” diyerek bizi seçip yemekhane kısmına götürdü. Kural, kaide bilen mahkumlar oradaki gardiyanlara birer paket Marlboro ve bir miktar da nakit para verdiklerinde yapılacak olan işten el ayak çektiler. Onlar bir köşede zevk û sefa yaşarken biz de iş yapmaya koyulduk. 1500 tane mahkuma yemek yapacak ve sonra da onlardan arta kalan karavanaları yıkayacaktık. İtiraz hakkımız ve hak arama gibi bir lüksümüz yoktu. Hep hizmet görmek için ve etrafımızda adamlar fır dönsün diye girdiğimiz bu alemde ilk yenilgiyi tattık. Seve seve ve gönülden değil, zorbaların tahakkümü altında çalıştık. Ne var ki yine yaranamadık.
Ekmek dağıtımında fark edemediğimiz bir unutkanlık nedeniyle gardiyandan tokat yedim. Öyle ağrıma gitti ki…
Ah baba, yine seni hatırlıyorum! Ne olur gel şu oğlunu döv! Döv ki başkaları tokatlama cesaretinde bulunmasın! Oysa baba sen oğlunu kaybetmemek için ona kıyamıyordum!
Yazık!… Bilemedim! Çünkü sen ne söylesen ben aksini yapıyordum. Şimdi ise çaresizim!
Elin işini yaptım, ekmekleri de düzelttim. Yemekleri de yaptım, çöpleri de topladım, yerleri de temizledim.
Neler yapmadım ki…
Beklediğim gibi oldu sonra. Hastalandım. Yataklara düştüm. Sırtımdaki sivilceler, üzerimdeki pislik, geçirdiğim sinir krizleri, ruhi bunalım, yorgunluk ve uykusuzluk ve de içime attığım gözyaşlarım. Sonra bir ışık göründü. Koğuşlara dağıtıldık. Az da olsa rahat edeceğimi düşünüyordum. Ne var ki yanılmışım. Çünkü sıra mahkumların darbelerinde….”
Hüseyin Gündüz
Kocaeli F tipi Kapalı Cezaevi