Bir süredir Hayrettin Karaman hocanın bir yazısı ile başlayan hoşgörü ve tolerans tartışmasını izliyorsunuzdur. Şahsen daha önce bir kaç vesileyle girmiş olduğum bir tartışma olduğu için ben nasıl bir seyir izleyeceğine dair merakla ve ilgiyle izledim.
Sadece Karaman`ın formüle ettiği biçimiyle değil, bu tartışma vesilesiyle ortaya konulan görüşlerin ve tutumların hiç şaşırtmadan yerini bulması ilginç oldu.
Öncelikle Karaman`ın hoşgörü kavramı yerine tahammül kavramını önermesine karşı sergilenen tutumun nasıl bir hoşgörü vaadinde bulunduğunu merak etmekle başlayabiliriz. Oysa bunda da merak edilecek bir şey yok. Hoşgörü söylemi genellikle kendi kendini kısa sürede yanlışlayan ikiyüzlü bir söylemdir.
Hoşgörüden en çok bahsedenlerin mutlaka sertçe yöneldikleri bir nefret nesneleri de vardır ve o nesneye karşı kendi hoşgörü söylemlerini iptal edecek kadar şiddetli davranırlar.
Liberal toplumun sorunsalı da bu (bu toplumun liberal ilke ve öğretilerden ne kadar nasiplenmiş olduğu ayrı bir konu tabi), hoşgörü üzerine bir söylem kurarken ideal marjlarını zannedildiğinden çok daha dar tutar. Kendi toplum pratiği bütün sınırları önceden çizilmiş ve hiç bir tartışmaya açık olmayan bir model koyar karşımıza.
Her konuda yapılacak olan her şey bellidir ve bunlar üzerinde hiç bir tartışmaya gerek yoktur. Kendi limitlerini bu kadar mutlaklaştırmış, siyaset karşıtı, hayata karşı bir yapı aslında çok zor bulunur tarihte.
Buna rağmen kendi söylemine kendinden menkul "özgürlükçü", yeri geldiğinde "hoşgörülü" payeleri altında haksız rekabet avantajları sağlamaktan da geri durmaz.
Oysa bu toplum yapısında dinlerin veya kendi doğruları olan insanların gördüğü muamele bile bu hoşgörü söyleminin geçirdiği başarısız bir sınav örneği. Dinlerin veya başka siyasi grupların kendi hakikat iddialarına, hoşgörüyü bıraktık, tahammül edemeyen bir kültür oluşuyor.
Dinlerin tabiatında kendine özgü insan tasarımları vardır. İnsan davranışlarına dair keskin bir "doğru" ve "yanlış" değerlendirmesi vardır. Zinanın, hırsızlığın, yalan söylemenin, komşulara kötü davranmanın haram olduğunu söyler dinler.
Bunu boşluğa söylemezler elbet, insanlara, bilhassa kendilerine inanan insanlara söylerler ve kendi müminleri üzerinde müeyyidelerini de işletirler.
Müminlerini bazı davranışlardan sakındırmak için o davranışları "kötü" olarak tanımlamak durumundadır din. Binlerce yıldır bütün dinler böyle çalışmıştır, başka türlü varolma şansı da yok.
Ama bugün dinlerin bu en tabii rollerini oynamaları üzerinde sözümona özgürlükler adına tarihte görülmemiş bir baskı uygulanıyor. Hiçbir davranışı kötü görmeden çalışmanın yolunu bulmaya zorlanıyor.
Namaz kılmayı emreden din, namaz kılmamanın da kötülüğü üzerinde durur. Oruç tutmayı emrettiği kadar oruç tutmamanın günahı üzerinde durduğu gibi. Yine zinayı kötü görüp göstermeden müminleri zinadan nasıl sakındıracak din? Peki içki içmeyi haram kılan bir din bundan müminleri sakındırmak için nasıl bir dil bulacak?
Herhalde Beynelmilel filminde olduğu gibi 12 Eylül`de yasaklanmış türküleri yoğun talep karşısında çalmak zorunda kalan govendelerin davul tokmaklarına bez sararak sessiz sedasız çalmalarına benzer bir yol bulmaları bekleniyor. Son derece tuhaf bir görüntü yaratıyor tabi bu baskı.
Karaman`ın hoşgörü yerine tahammülü ikame etmeyi önermesi aslında işin tabiatına çok uygun. Zaten batı dillerinde hoşgörü kavramının doğrudan karşılığı olmadığı halde onu en yakın karşılayan kavram "tolerans"tır.
Tolerans ise bizdeki müsamahanın veya katlanma veya tam da Karaman`n önerdiği gibi tahammülün karşılığıdır. Dolayısıyla aslında liberal toplumların bu tür durumlar için öngördükleri tolerans Karaman`ın da önerdiği şey.
Hoşgörü kavramının kendisi güzel Türkçemizin bize bir şakası gibi. Kelime tolerans gösterilecek durumlar için kullanılmayacak kadar bir olumlama, bir sempatiyle bakmayı içeriyor.
Tolere edilen şeyi hoş görüyorsanız ona katlanmış değil zaten sahiplenmiş oluyorsunuz. Özü itibariyle kötü gördüğünüz bir şeyi bir de hoş görmenin tanım gereği hiç bir sahici yolu olamaz.
Sahtekarlığa sapmadan bunu yapamazsınız. Dolayısıyla insan davranışını bu sahtecilikten kurtarmaya davet eden Karaman hoca her şeyden önce bir teşekkürü hak ediyor.
Dinde haram veya kerih olarak görülen şeylere karşı "fiili müdahale", "sözle itiraz" veya hiç değilse "içten reddetme" diye kademelenmiş tavırlar, kötülüğün muhtemel gücü kadar, müminin bu kötülük karşısındaki yetkisi, konumu ve vazifesiyle ilgili bir hal ilmini de gerektirir.
"Bir sözleşme esasına dayanan toplumlarda" insanların özgürlük sınırlarına bir Müslümanın elbetteki fiili müdahale hakkı yok, ama o davranışla kendisi arasına bir mesafe koyma hakkı da yok değil. Kötü davranışı "kötü" olarak bilmek ve kodlamak demek her halükarda o eylemi yapana müdahale etmek, onun o davranışı sergileme özgürlüğünü kısıtlamak anlamına gelmez. Konu, en azından dinini yaşayan insanın o davranışı nasıl göreceğiyle ilgilidir.
Bu, Karaman`ın deyimiyle "İslam toplumunda" bile böyledir. İnsanların günah işleme hakkını devlet marifetiyle ellerinden almanın İslami bir yanı yok, tabi burada haramın cinsinin önemli olduğunu unutmadan. Zira adam öldürmek de bir günah biçimi, hırsızlık da, eroin kullanmak veya ticaretini yapmak da...
Dinin ahlaki hükümler vaz etme, cemaat oluşturma ve toplumu etkileme yönü sanki yeni keşfedilmiş gibi şaşkınlıkla karşılanıyor ya! Asıl tuhaflık burda.
Din, hele İslam zaten bu. Karaman`ın bu söylediklerini daha önce söyleyip söyleyemeyeceğinin dile getirilmesi de bana kalırsa aynı tuhaf şaşkınlığın bir sonucu.
Eskiden beri dinin bilinen ve hiç bir zaman değişmeyen tabiatını konuşmuş hoca. Buna yeni bir şey muamelesi yapmak da mevcut söylemin ne kadar hegemonik hale gelmiş olduğunun basit bir göstergesi.
Bu da aslında basit bir iktidar söylemi. Bireylerin bedenleri üzerinde kendisinin dışında başka hiç bir odağın nüfuzunu kabul etmeyen, alabildiğine kıskanç bir iktidar söylemi. Kendini özgürlük gibi hak etmemiş olduğu bir değerin omuzları üzerinde yükselten bir söylem.
Sorun, bu iktidar söyleminin Müslümanlar tarafından bile bu kadar içselleştirilmiş olabilmesidir.
* Yeni Şafak