Hüseyin Kaya / Doğruhaber / Yorum
Ergenekon, bir Türk destanının adıdır. Efsaneye göre Tatarların saldırısından sonra çoğu katledilen Göktürklerden bir aile dağların arasında bir yere yerleşir. Oraya Ergenekon adını verirler. 400 yıl orada kaldıktan sonra çoğalır ve oradan çıkmak isterler. Odun ve kömür yığarak tutuşturur ve dağ içindeki madeni eriterek dışarı çıkacak bir yol açarlar. Oradan çıkıp kendilerine ait olan yerleri geri alırlar. Her sene o günde kutlama yapılır.
Ergenekon’dan çıkış gününün 21 Mart olduğu söylenir. (Nevroz’un da 21 Mart olması ve her iki kutlamada da ateş yakılması ilginç bir benzerliktir)
Ergenekon ismi hem ulusalcılar hem de Kemalist solcular için ideal bir isimdi.
Bir defa meselenin İslami bir tarafı yoktu.
İki taraf için de ideolojik anlamda kutsal hedefler içeriyordu. Ulusalcılar için İslam öncesi çağa dönüş, uygarlığın anlaşılması için elzemdi. Solcular için de karışık ekonomik ilişkilerin olmadığı kısmen komünal bir hayatın yaşandığı dönemin model olarak sunulmasının bir sakıncası yoktu. İşin ruhunu anlayamayanlar da vardı tabii. Kemal Gürüz’ün Yalçın Küçük için kullandığı “Ben bu pe….’le aynı örgütten miyim” şeklindeki açıklaması da tolere edilebilen yanlışlardan kabul edildi.
Önemli olan bir destandan esinlenerek yeni destanlar ortaya koymaktı ve çok sayıda kahraman vardı bu işe istekli olan.
Sezer’in Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatması ve sonrasında denizlerin kuruması, Ergenekon’a geri dönüşü düşündürtmüşse de zaman fedakârlık zamanı olduğundan geri çekilmediler.
2002’de bir seçim yapıldı.
Halk gibi bilinçsiz bir yığına yetki vermenin acı sonuçları ortaya çıktığında Ergenekon da yeniden işe girişti. Danıştay saldırısında olduğu gibi dostlar bile feda edildi.
ERGENEKON ÇIKIŞINDA PUSU
Türkiye’de yaşananlara baktığımızda kesinlikle karşımızda bir destan yok!
Güçler çatışmasında adalete dair kelimeler fon olarak kullanıldı bir süre. Darbe, cunta, örgüt gibi soslardan da faydalanıldı.
Başa dönüp olaylara hızlıca bir daha göz atalım.
90’lı yıllarla yaygınlık kazandı birçok şey.
Kemalist, solcu, ulusalcı ve derin rantiyecilerin bir araya gelip devletin tüm kurumlarını soyup soğana çevirdikleri bir dönem yaşandı. Ondan önce istihbaratın içinden bir grup, polisin içinden bir grup ve mafyanın içinden bir grup olarak devam etmişlerdi yollarına.
Lokal çeteleşmeler bazı yerlerde rant paylaşımından kaynaklanan çatışmalara sebep olmuştu.
Sonra daha derli toplu çalışmaya başladılar.
Poliste, istihbaratta ve orduda önemli mevkileri ellerine geçirdiler. Post modern darbe yaptılar ve kimi büyük sermayenin biraz daha büyümesi uğruna ülkenin küçülmesine ortam hazırladılar.
Bankaların içi boşaltıldı, kurumlar zarar belirtme yarışına girdiler. Derin koalisyon işine devam etti.
Yargıya el attılar.
Yüksek yargı zaten kontrol altındaydı; ama onlar alt kademelere kadar indiler ve yargı mensuplarını toplayıp onlara kararları nasıl verecekleri konusunda brifing verdiler. Harddisklerde ele geçirilen bilgi ve belgeler bahane edilerek binlerce kişi cezalandırıldı.
Kimse “ıslak imza”dan ya da belgenin hukuki olarak delil teşkil etmeyeceğine dair eski içtihatlardan söz etmedi. Öyle karar verilmişti ve “brifingli yargı” verilen kararı yerine getirdi. Yüksek yargı içtihat değiştirerek cezaları onadı.
O sıralarda deniz bitme noktasına gelmişti.
Seçimde derin koalisyonun emrinde hareket eden partiler barajın altında kaldılar. Ak Parti, devleti toparlarken paralel yapının içinde güçlenmeye, yerleşmeye başladığı polisten faydalandı.
Hükümet engellerle karşılaştıkça yasal düzenlemeler yaptı. Bu arada derin koalisyonun boşalttığı her yere paralelciler yerleşti.
Hükümet, müttefiklerine her türlü imkanı sundu.
Ama “paralel müttefik”in bir özelliği vardı: Girdiği kurumda kendisinden başka kimseyi istemiyordu. Farklı bir hiyerarşik yapı kuruyor, emirleri başka yerden alıyordu. Kendileri dışındaki herkesi tehlike olarak algılayan garip bir mantık geliştirmişlerdi.
Aynı alanda faaliyet gösteren derin koalisyon, paralel yapı için ciddi bir tehlike idi ve tümüyle tasfiyesi gerekiyordu. Ondan sonra hükümeti ele geçirmek kolaydı. Birkaç dosya ile hükümeti istenen yöne kanalize etmek mümkündü.
Ergenekon davası böylece çıktı ortaya.
ERGENEKON’DA RİC’AT
Dalgalar peş peşe geldi.
Her dalga 5-10 kişiyi aldı içeri.
Ufak çaplı taarruzlar püskürtülünce arabesk tadında zindan şarkılarına yöneldi Ergenekon.
Sabahattin Ali’den “Geçmiyor günler geçmiyor” hit parça olurken, Ahmet Arif’ten “Akşam erken çöker mapusaneye/ Bir nefes çekersin yarılanır cıgara” konuşulmaya başlandı. Askeri lojmanlarda ise “Ankara’nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak/ Yunan Türk’ü esir almış/ Şu feleğin işine bak” türküsü söyleniyordu.
Kudretli paşalar bir “Balyoz” karşısında tel tel döküldüler. Brifing verdikleri yargıçlar bilgisayar çıktılarına ceza verdiğinde ve Yargıtay’ın içtihat değiştirmesi sonucunda onayladığı cezalar karşısında sevincini gizlemeyen Ergenekon, kazdığı kuyuya düştü.
Islak imzalı olup olmadığı tartışılan bir belgeye onlar istediği kadar “kağıt parçası” desin, paralel yargının adamları Pensilvanya’dan aldıkları talimatla onlara ceza vermeye karar vermişti bir kez.
İnternet sitelerinden dolayı çok sayıda paşa, mahkeme karşısına çıktı ve suçu amirine atarak kurtulmak istedi. Ergenekon tam olarak ric’at ediyordu.
Artık saldırı zamanı değildi. Ergenekon’un kurmayları, parmaklıklar ardından bağırıp “gün olur devran döner” tarzında tehditlerle yetinmek zorunda kaldılar.
ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ
Gün oldu devran döndü.
Paralel yapı artık karşısında rakip bulamayınca son hedef olarak istihbarata yöneldi.
Her istediğini almıştı, o yüzden de şımarık bir çocuk havasındaydı.
İstedikleri olmadı.
Çok öfkelendiler.
İstemedikleri adamı itibarsızlaştırmak için önce ses kayıtlarını sızdırdılar ardından onu terörle irtibatlı göstermeye kalkıştılar.
Uzun Adam, “hayır” dedi. Onun da hedefleri vardı ve umutlarının daha “Fidan” halinde iken parçalanmasına izin vermeyecekti.
Önce Bakanlar sonra Başbakan hedef alındı. Aslında hepsiyle ilgili belge ve bilgiler toplanmıştı da sadece bir sıralama ile piyasaya sürülüyordu. Başbakandan ummadıkları bir direniş gördüler. Normalde birkaç dosya ile gideceğini sanıyorlardı. İşin doğrusu bu dosya ve ses kayıtlarına “Uzun Adam”dan başkası da zor dayanırdı.
Hükümet, tutukluluk süresini kısaltınca Ergenekon tutukluları çıkmaya başladı. Bu kez içerden ateş yakılmamış, dışarıdaki ateş Ergenekon’un önündeki dağı da eritip çıkmasını sağlamıştı.
Ergenekon’dan dışarı çıkanlar kiminle hesaplaşacakları konusunda kafa karışıklığı yaşamaya başladılar. Onları hapseden cemaat-hükümet ittifakı karşı karşıya gelmişti. Ergenekon ne yapacaktı?
Savaşın bitmesini, böylece zayıf kalanla hesaplaşmayı mı bekleyecekti, yoksa hükümetle ittifak kurup paralelcilere savaş mı ilan edecekti?
Gezi alanında ittifaka girdikleri paralelcilerle nasıl vuruşacaklardı? Seçimden daha da güçlenmiş olarak çıkacak bir hükümet, paralelcileri tasfiye ettikten sonra kendilerine yönelmeyecek miydi? Ergenekon’a geri dönüş düşüncesi ise bir kabus gibiydi.
Herhalde kendilerine ve rakiplerinin durumuna bakacaklar.