Madem dünya direnme, yani direniş yurdu, ahiret ise dinlenme yurdudur, o halde günümüz gençliğin kapıldığı rehavet (tembellik) neyin ve kimlerin eseridir?

Çağın en büyük hastalığı, konfornizmin getirisi olan rehavet hastalığı olup, bu hastalık çepeçevre gençliği de sarmış durumda...

Maalesef toplumumuzda bugün en ciddi toplumsal sorun; rehavet, aldırışsızlık, nemelazımcılık ve duyarsızlıktır… Ağrımayan başı ağrıtmamak... Boynu aşan işlerle uğraşmamak… Âlemin işine burnunu sokmamak… Çağımız gençliğin anlayışı budur maalesef… Evet, temel sorun duyarsızlık. Çünkü başımızdakiler ve hayatın yol çizgisini çizenler gençliği bu çizginin dışına çıkma şansının olmadığına ikna ettiler. Nemelazımlaştırtırlar. Gençliği duyarsızlaştırmak için diller döktüler, deliller getirdiler... Üstelik bunu yaparken, kendilerinin ise karanlığı aydınlattığını söylediler. Duyarlı davrananlara, halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmeye çalışanlara çeşitli iftiralar attılar. Renkli, göz alıcı, ışıltılı, sesli görüntülerle ruhlara tuzaklar kurdular... Her şeyi normal karşılamalarını istediler ve muhalefet ruhlarını körelttiler... Gençlik artık duyarsız, gamsız ve bencildir…

Artık gençlik; şüpheci ve kaygılı... Duyarsız ve inancı yok… Dünyacı, faniye tutkulu yani ötesi yok…

Gençlik bencil; ‘’ben’’ merkezli, paylaşımı yok… Toplumun kaygılarını giderecek düşünceden yoksun ve hasta, reçetesi yok…
Tüm bunların yanında insanlığımızı derinden sarsan, gençliğin hastalığını savunuyor olması… Tedavi kabul etmemesi…

Bir zamanlar çirkinlik ve hayâsızlık karşısında tavrı sert ve net olan insanımız vardı… Bu gün ise her fırsatta ‘’ bunda ne var ki?’’ dediklerini duyar olduk... Ve nihayetinde en hayâsız söylem ve görüntüler toplum nazarında sıradanlaşmaya başladı. Hayâ, ar çekinme duygusu kaldırımlara saçıldı, tarumar oldu. Eskiden; ‘’ya büyükler görse’’ endişesi vardı gençlerimizde. Şimdi gençliğin nazarında büyükler de kim oluyor? Onları takan yok… Toplumumuz,’’Emri bir maruf, nehyi anil münker’’ sorumluluğundan uzaklaşınca, bu defa ‘’bireysel özgürlüklerin tadını çıkarmak’’ anlayışı hâkim oldu…

Diğer ürkütücü boyut ise, medyanın mahremiyet perdesini yırtmış olması. Aile boyu tutkunu olduğumuz televizyon… Yuvalarımıza sıçrayan çirkef bataklığı… Yüz kızartıcı görüntüler… Amaçları başlarını ekrandan çevirip, Kur’an’a çevirebilecek takati kalmayan bir gençlik türedi şimdi. Gençliğin yol çizgisini çizenlerin amacı geride mahrem olan hiçbir şey bırakmamak… Mahremiyetin bittiği yerde haysiyet, iffet, izzet aramak ne mümkündü? Ekranlardan gençliğe dayatılan gösteriş budalalığı, göze girme hastalığı… İmaj, marka, ambalaj sanki prestij kazanmanın tek yolu...

Ve tutkunu olduğumuz konfor! Şu çağda konfor kadar tehdit edici, tahrik edici bir illet daha var mıdır acaba? Artık konforlu kulluk günleri başladı. Konformist, yani sistemle barışık, risk almayan, iş bilenler… Çok akıllı (!) … Çok tecrübeli(!)… Uyanıklar başımızda…

Konforla gelen çamurlaşma… Ruhu devre dışı bırakan robotlaşma süreci…

Tüm bunları düşünürken, Suriye’de açlıktan aklını yitiren çocuk ve Filistin’de intifada çocuğun elinde tuttuğu taş sanki başıma değecek gibi… ‘’Kaldır başını ekrandan, gör beni’’ diyor adeta…
Ne yazık ki gençlik uykuda... Dünyaya meydan okuyabilecek, zulme ‘’dur’’ diyebilecek potansiyele sahip gençlik imaj, marka ve prestij peşinde...

Artık değerler ölüyor… İlkeler çürüyor… Uğruna ölünecek, feda olunacak, yorulmaya, çile çekmeye değer bir dava kalmıyor… Bencillik… Bireysellik… Bananecilik… Toplumsal bir hastalığa dönüştü.

‘’Ben benim’’

‘’Ben özelim’’

‘’Ben farklıyım’’

‘’Ben merkezli’’ bir dünya kuruldu…

En acısı ise, herkesin yaptığı yanına kar kalıyor, kimse kimseye müdahil olmuyor.
Bir taraftan bölgenin, öte taraftan sistemin kurbanları hak arayışı içindeyken bizler bu mücadelede sadece seyirci rolünü oynayamayız. Vicdanı titreten ve sürekli gündemde kalması gereken ümmetin dertleriyle dertlenmemiz gerekiyor… Kitle imha silahlarının hedefi olan neslimizi zalimlere emanet edemeyiz… Kara kıtanın bahtı kara çocukları açlık, kuraklık, hastalık ve yoksulluk sınavında çırpınıp dururken, biz bu sınavın dışında değiliz, bunu asla unutmayalım! Ezilen insanlarımızı, inancından dolayı aşağılanan mağdurlarımızı düzenin insafına terk edemeyiz. Onları yıllardır özlemini çektiği doğru adrese yönlendirmek için çabalanmalıyız… Toplumun acılarını, hayallerini, öfkelerini gündemimize ve söylemlerimize taşımalıyız…

Kalemimiz, kelamımız, şiirimiz, marşımız, cümlelerimiz bir vicdan ayaklanmasına öncülük etmelidir… Kelimeler kıyama durmalıdır… Hançerlerimizden çıkan ses zulmün suratına şamar gibi inmelidir… Ruhumuzdaki infal, sinmiş kitlelere bir diriliş ruhu aşılamalıdır… Kur’an’ın ifadesi ile ‘’ Allah’ın yardımı ne zaman?’’ diyen mazlum ve mustazafların cevabı bizde olmalıdır… ‘’Biliniz ki Allah’ın yardımı yakındır’’ diyebilen bir kitle oluşturmalıyız...

Bu bilgiyle donanıp; işte o beklenen yardım bizdedir, bunu unutmayalım… ‘’Mustazafların gözyaşı dinmeden, gözlerime uyku haram’’ diyen yine mustazaf yiğitler, bu davaya gönül vermiş fertler olmalı, böyle bir nesil yetiştirmeliyiz…
İşte o vakit, bu sorumluluk ile iman ve vicdan harekete geçince, hem kendi gözyaşlarını tutamayacak, hem de biçarelerin gözyaşlarını silmeye devam eden bir topluluk oluşturmuş olacağız… Çünkü biz insanlığın ortak sorunları ile sınanıyoruz… Bu sınavda mızmızlanmak, sızlanmak, mırıldanmak, şikayetlenmek bize yakışmaz… Davaya kendilerini adamış kardeşlerimize maddi/manevi yardımda bulunmalıyız…

Özelde sözüm bacılarıma! Varsın bizim üçüncü bir kat elbisemiz olmasın… Davanın bu kadar ihtiyacı varken, varsın boyunlarımızda pahalı takılar, parmaklarımızda altın yüzükler ve evlerimizde gösterişli mobilyalar olmasın!
Dava bilinci ile donanmış bir gençlik yetiştirme temennisiyle…

Şehide KOCA/doğruhaber