Mehmet Emin Özmen / Doğruhaber / Araştırma

ŞEHİD MAHMUD PÜRNEK

Cizre toprakları… Bereketli mi bereketli… Şeyh Zeki, fidan yetiştirmeye çalışıyor. Fazla uzun sürmedi Şeyh’in meyvelerini alması. Hani geçen haftaki yazımda Seyda’nın sohbetlerini dinleme övüncümü anlatmıştım ya. Bir de Seyda’dan ders almış olmanın bahtiyarlığını yaşayan ve aynı Seydaları gibi soğuk toprağa baş koyan nice kahramanları vardı bu davanın. Şubat ayının şehadet sıcaklığı geçmeden, bu yiğitlerden bazılarına daha değinmek isterim. Bunlardan biri de Seyda’nın talebesi Mahmut Pürnek’tir.

Şehidim… Hani İstanbul’da inşaatlarda çalışırken sekizinci kattan düşüp ölmemiştin ya. Belki bu tür bir ölümü layık görmemişti sana Yüce Yaradan. Gözlerini ötelere dikmiştin. Bu nedenle annenin; “Gel artık evlendirelim seni” demesine karşılık; “Anne ben cennette hurilerle evleneceğim” diye cevap verirdin. Gerçekten büyük izdivaç. Aynı Adeviye’de Esma’nın öğlen saatlerindeki düğünü gibi. Bir de latifelerin vardı. Ambargo yıllarında makarna ve zeytine talim etmeyi bile tebessüm ile karşılayan bir yüzün vardı. Ama gidişin zamansız oldu sanırım. Hani hep derdin ya; “İslam devleti hakim olduğu zaman, Cizre’de bir makarna fabrikası açacağım” diye. Keşke makarna fabrikasının açılışına şahit olsaydık da öyle şehid olsaydın.

Bilenler bilir o yılları demiştim ya geçen yazımda. Bilmeyenler dinlesin bir bilenden. Ambargo altındaki Müslümanlar hep makarna ve zeytin yiyorlardı. Şu yazacağım sözlerden dolayı tüm okurlardan özür dilerim, gazetemizde bu tür ifadeleri yazmaya hayâ ederim ama zeytin yemekten bu arkadaşların büyük abdestleri simsiyahtı. Ambargo zeytin ve makarna ile delinmişti. İşte Şehid Mahmut, bu nedenle o kıvrak zekası ile esprili bir şekilde, İslam devleti kurulduğunda makarna fabrikası açacağını söylüyordu.

Tekrar sana dönelim aziz şehid. Bu arada unutmadan, doğduğunda baban sana “Çeleng” demişti. Kürtçede savaşı, çatışmayı andıran bu isme, Seydan karşı çıkmış ve adına övülmüş olan Mahmud demişti. Aynı Hz. Ali (ra)’in Hüseyin’e “Harp” demesi ve Peygamber (sav)’in bu ismi beğenmeyip, torununa “Hüseyin” demesi gibi. Böylece Seyda, bir varisi olarak o güzel Resul’un bir sünnetini ihya etmişti.

Aslında övünülecek bir yanın daha vardı. Tai (Tayen) aşiretine mensuptun. Cömertliği bizzat Peygamber tarafından dile getirilen Hatemi Tai’nin soyundan geldiğin iddia edilse de sen kavminle hiç övünmedin. Hatta kavmiyetçiliğe o denli karşı idin ki “Tai’liği bir poşete koyup 5 liraya satabilirim” derdin. Milliyetçilik illetini bu kadar özlü bir şekilde küçümseyen bir başka latife var mıdır, bilinmez.

Neyse Şehidim, veda vakti geldi artık. Seydan bir Şubat ayında şehid olmuştu. O’nu yalnız bırakmak olmazdı. Misafir olmak gerekiyordu. Şer odaklarının kurdukları pusuya Şehid Muhsin ile birlikte düşüp, 28 Şubat 1996’da Şeyh Zeki ile hasretin sona erdi.

Şehid Muhsin Tetik:

Şeyh Zeki’nin bir başka fidanıydı Şehid Muhsin. Dedik ya bu topraklar bereketliydi. Fidanlar meyve vermeye başlamıştı bile. Seyda, o bilge kişiliğe ile aynı Mus’ab’ın, Resul karşısında oturtması gibi oturtmuştu Muhsin’i dizinin dibine. O güzel anlatıma dayanacak yürek var mı idi? Muhsin hidayet denizine yelken açıp, Seyda’nın talebesi oluvermişti bir anda.

Her şehid bir başka özelliği ön plana çıkar ama hepsinin ortak özelliği, ölümden korkmamalarıdır. Bir arkadaşının deyimiyle o “Delikanlı” (yiğit anlamında kullanıyor) biriydi. Tabiri caizse “Mangal gibi bir yüreğe” sahipti. Dava arkadaşı ve şehadet yolculuğuna da beraber çıktıkları Şehid Mahmud’a, camideki ders halkalarında yardımcı olurdu. Baldan tatmıştı bir kere.

Vazgeçmeyecekti anlaşılan. Yavaş yavaş şehadet hali çökmüştü üstüne. Bir şeyler olacağını sezinlemişti. O malum 28 Şubat 1996 gününde eşi de bir şeyler fark etmişti. En iyisi Şehid’in eşi olan bacımızı dinleyelim: “Şehid olacağı gün arkadaşı Mahmud ile evden çıktılar. Evden çıktıktan sonra 3 kere eve geri döndü.

- Birinci dönüşünde: Yeni doğmuş kızımızı kucağına aldı, kokladı ve “Bu bana çekmiş” dedi.

- İkinci dönüşünde: Tekrar kızı kucağına aldı ve “Buna iyi bakın” dedi.

- Üçüncü dönüşünde: Ev ihtiyaçları için bana para bıraktı.”

Sonra… Sonrası malum. Şehid Mahmut ile birlikte, Kuştepe (Basisk) köyünde pusuya düştüler. 2 şehid 3 gazi ile neticelenen olayda, yaralılardan Mehmet Can isimli kardeşimiz % 92 felçli haliyle yaşayan şahit/şehid olarak hala aramızdadır.

KUR’AN’A ADANMIŞ BİR HAYAT: ŞEHİD NESİM

Cahiliye hayatı diye bir hayat tarzı ile hiç tanışmayan Şehid Nesim, zor bir zaman ve zeminde dava arkadaşlarını tanıdı.

Bütün benliğiyle davasına sarıldı. Hz. Osman misali hayâ ve güzel ahlakı ile çevresine örnek oldu. Böyle bir kişiliğe sahip olan Nesim’in, şer odaklarınca rahat bırakılması mümkün değildi. Defalarca tehdit edildi, evi basıldı. Her baskında biraz daha bilendi. Nihayet bir orduyla üzerine vardılar.

- Birinci baskın olayı (Arkadaşı Ebubekir’in dilinden):

Evine yapılan ilk baskında Nesim kafasından yaralanmıştı. Duyar duymaz hemen yanına gittim.“Nesim! Hayırdır ne oldu?” dedim. Nesim gülerek “Bana baskına geldiler, baş edemeyip korkularından kaçtılar, bu arada ben de başımdan yaralandım” dedi. Bu arada gülümsüyordu: “Benden yana korkunuz olmasın, İnşallah şehadet nasip olur, zaten bundan daha şerefli bir mertebe de yoktur.” dedi.

- Kardeşi Muaz’ın dilinden ikinci baskın olayı:
Son zamanlarda bizde kalmaya başlamıştı. Ben yeni evlenmiştim. Evimiz iki odalıydı. Bir keresinde akşam vakti bahçede bir ses duydum. Biri duvardan atlayıp diğerine bahçe kapısını açtı. Ağabeyim Nesim meğerse gelenleri görmüştü. Nesim ateş etmeye başladı, çatışma başlamadan hemen kaçıp gittiler. Bu baskından sonra daha kalabalık bir şekilde gelmeyi planlamak zorunda kaldılar.

- Kardeşi Muaz’ın dilinden üçüncü baskın olayı ve şehadet:
İkinci baskından birkaç gün sonra, Ramazan ayının ilk Perşembe gecesinde tekrar saldırdılar. Tarihler 25.02.1993’ü gösteriyordu. Akşam erkenden eve gelip Kur’an-ı Kerim okudu. Ben, babam, annem, amcam ve eşim oturuyorduk.

Kalabalık bir grup evimizin etrafını sarmıştı.

Ağabeyim geldiklerini sezdikten sonra hemen kendi odasına gitti. Bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Ağabeyimin bulunduğu pencereye doğru ateş etmeye başladılar. Çatışma çıktı. Kısa bir zaman sonra silah sesleri kesildi. Ağabeyim olup biteni öğrenmek için hafiften başını kaldırınca, PKK’li biri pencerenin dibinden ağabeyimin çenesine ateş etti. Ramazan Ayı’nın ilk Perşembesi. Silopi’nin sokaklarında sırf “Rabbim Allah’tır” diyen güzide bir şahsiyet daha Rabbi ile buluşmuştu.

Şehid Nesim çok duygusaldı. Kur’an okunduğunda vücudunu bir titreme hali alır, hüngür hüngür ağlardı. İnsanlar bu ayetleri görmüyor mu diye hayıflanırdı. Kur’an okumasını bildiği halde Türkçe olarak okuma-yazması yoktu. Sonra arkadaşları ona okuma yazma öğretti.

DÜŞMANIN ACZİYETİNİN İSPATI: ŞEHİD MOLLA GIYASEDDİN BARLAK

Yine bir Şubat şehidi düştü aklıma. Düşmanın acziyetini ortaya koyan bir şehid. Molla Gıyaseddin beyaz tenliydi. Saçı, sakalı, kirpikleri, tüm vücudu beyazdı. Yani Albino hastasıydı. Bu nedenle gözleri iyi görmüyordu. Hiçbir zaman bu özrünün arkasına sığınıp da İslami hizmetten geri durmadı. Örneğin kitap okumak için sayfayı tam gözüne yapıştırmak zorunda kalsa da okumayı terk etmedi ve genç yaşta Molla oldu. Bazen kardeşler kendisine; “Sakın gece karanlığında karşımıza çıkma, seni bir melek zan edip korkabiliriz” diye takılırlardı. Hastalığı nedeniyle kendisini ziyarete giden kardeşlere, “Ben böyle yatağımda ölmek istemiyorum, İslam davası için mücadele edip şehid olmak istiyorum” diyerek gözlerini ötelere diktiğini beyan etmişti. Bir Ramazan ayında, 23 Şubat 1994’te teravih namazından sonra eve dönerken, şer odaklarının saldırısına uğrayıp o çok arzuladığı şehadet mertebesine ulaştı. Daha 28 yaşındaydı. Nişanlıydı. Ramazan Bayramı’ndan hemen sonra amcasının kızı ile evlenecekti. Evliliği cennete bıraktı. O kısacık ömrüne çok şey sığdırmıştı. İslam için yorulmak bilmeyen bir tempo ile çalışıyordu. Gençlere kitap dağıtıyor, hediyeler alıyor, sohbetler düzenliyordu. Tatvan Merkez camisinin müezzinliğini yapıyordu. 110 talebesi vardı. Bunca talebesinin olması şehadetinin nedeni hakkında bir fikir veriyor sanırım.

                                        

BÜYÜK BİR ZENGİNLİKTİR ŞEHADET: HACI SABRİ, ABDULHADİ VE HİKMET ZENGİN

Tarih boyunca küçük-büyük katliamlar yaşadı bu ümmet. Bazı katliamlar küçük olmasına rağmen derin bir iz bıraktı belleklerimizde. Örneğin el-Halil ile Susa Camii katliamları çap olarak Halepçe ile kıyaslanamayacak kadar küçük olmalarına rağmen, gönlümüzde bıraktıkları acı aynı ölçekteydi. Çünkü toplu öldürmelerde önemli olan kemiyet değil keyfiyettir.

                                         

İşte bu şekilde başlamıştı, küçük çaplı ama katliam sayılabilecek nitelikte olan, baba Hacı Sabri, oğul Abdulhadi ve yeğen-damat Hikmet’in şehadet hikâyeleri. Aslında maddi imkânlar açısından zengin bir aileydi. Hem dindar hem de maddi imkânlara sahip olmak, “Nur ala’n- Nur” dedikleri türden bir şeydir. Hele hele bu zenginliği Allah yolunda harcamak Hz. Ebu Bekir (ra) gibi bir yaşamın çağdaş zamana haykırılmasıydı.

Tabi bu durum şer odaklarının gözünden kaçmıyordu. Daru’n-Nedve’de o yüce Resul’ün vücudunu ortadan kaldırma kararı gibi karar verdiler topluca kıyıma. Bir sabah beraber yürürlerken çevrildi üstlerine şer namluluları. Üçü birlikte “Lebbeyk” demişlerdi.