Gezi denemesinin ilk raundundan mağlubiyetle çıkanlar hep şu sözü terennüm ettiler: “Sonbahar sıcak geçecek!”

Açıkçası bu söz, yaz sıcaklarını sahillerde karşılayan elitist laik-solcu takımının tatil rehavetinden sıyrılıp şehirlere inmesinin yanı sıra sonbaharla beraber okulların açılması ile beraber Gezi sürecinin üniversiteler üzerinden sürdürülmesi olarak algılandı. Bu nedenle herkes pür dikkat kesilip Taksim çevresine ve üniversitelere odaklanmış durumdaydı.

Gezi çıkışı, anlaşıldı ki yeniden şekillendirilmek istenen bölgesel denklemde Türkiye’ye yeni bir rol biçmek adına çekilmek istenen ayar girişiminden ibaretti. Elbette Türkiye’de her şey güllük gülistanlık değildi. Üzerinden kitleleri hareketlendirecek toplumsal yarıklar bulunmaktaydı. Sonuç itibariyle Gezi faktörü toplumsal yarıklardan beslenen ancak daha ziyade yeni denklemde Türkiye’nin oturtulmak istendiği yeri konu alan bir takım lobilerin ajandasını uygulayan bir faktör olarak ortada kalakaldı.

Mısır’da darbe oldu, uluslar arası konjonktür Suriye sorununda farklı bir yönteme yöneldi. Dış politikasının omurgasını Esad sonrası Suriye portresi üzerine oturtan Türkiye yalnız ve küskün kaldı. Katar yumuşak darbe ile yeni denklemin çarklarına adaptasyon sağlarken Ak Parti hükümeti aynı adaptasyonu sağlayamadı. Daha önce Türkiye ile beraber Siyonist rejime kafa tutar gibi yapanlar hızla yeni ilişkiler kurarken, Ak Parti hükümeti hem kötüleşen siyasi ilişkileri düzeltmedi, hem de Sisi darbesini alkışlamayarak Siyonist lobiler ile Neo-Con cephesinin tepkisini çekti.

Daha çok Mursi ve Mısır İhvanı ile aynı paralelliğe oturtularak yıpratılmak istenen Tayyip Erdoğan ve Ak Parti için belli bir yıpratma kampanyası düzenlenirken, uluslar arası derin yapı Gezi üzerinden Ergenekon ve bilumum türevlerinin tümüne göz kırpmaya başlamıştı.

Hedef belli olmuştu: Mümkünse Ak Parti’siz bir Türkiye! Mümkün değilse Tayyip’siz bir Ak Parti iktidarı…

Gezi üzerinden işleme konulan ilk raund boşa çıkınca “Sonbahar sıcaklığına” işaret edilerek “görürsünüz” tehditleri savrulmaya başlandı. İtiraf etmek gerekir ki işaret edilen “Sonbahar sıcaklığı” herkesi ters köşe edercesine çok farklı bir mecrada kendini gösterdi. Türkiye gündemini esir alan “Dersane tartışmaları” yürütülen Gezi mantığının tipik bir yansımasına dönüştü. Tartışma ve kalkışmalar her ne kadar “dersaneler” üzerinden yürütülmeye çalışılsa da burada dersanelerin fonksiyonu Gezi’deki üç beş ağacın fonksiyonundan daha öte değildir.

Belki sahaya sürülen aktörler değişti, sloganlar değişti, ama Gezi ruhu denilen asıl senaryo kalıcı konumunu tüm ihtişamıyla muhafaza etmeyi başardı. Bu yönüyle Gezici-dersaneci buluşması enteresan görünse de zıtların ortak çizgide buluşmuş olması sadece günlük hayatın cilvelerinden olmasa gerek.

Sadece bu mu?

Hayır! “Sonbahar sıcaklığı” için senaristlerin çizdiği senaryo sadece “dersane” dramatizasyonu üzerine kurulu değildi.
Günlük hayatta kargaşa ve huzursuzluğa yol açacak ne kadar siyasi ve toplumsal çelişkiler varsa hepsi kaşınarak kaosa dönüştürülmeye çalışıldı. İlk etapta kaosa adanan bir takım senaryolardan ve fiili girişimlerden sonuç alınamayınca da “dersaneler” üzerinden düğmeye basılma gereği duyuldu.

Mesela PKK ile Hizbullah arasında yeniden bir çatışma ortamı oluşturularak ortalığı çok yönlü müdahalelerle kaosa çevirme girişimleri, yabana atılacak bir durum olmadığı gibi, bunun “Sıcak Sonbahar” senaryolarından bağımsız olduğunu düşünmek oldukça güç görünüyor.

Hükümet şu anda iç politikada tüm umutlarını “Çözüm sepetine” yüklemiş durumdadır. Dış politikadaki çıkmazlar bile “süreçle” tedavi edilmek isteniyor. Hükümeti köşeye sıkıştıracak en büyük başarı dış politikadaki açmazdan sonra çözüm sürecini de baltalama girişimleri olacaktı. Derin KCK üzerinden hesap yapan beynelmilel derin yapı, Öcalan’a rağmen KCK’yı harekete geçiremedi. Belki de en etkili atak olarak Hizbullah üzerinden yeni bir perde açmayı uygun gördüler. Başta Hüda Par olmak üzere Hizbullah ile aynı paralelliğe oturtulan İslami STK’lara karşı yürürlüğe koydukları provokatif saldırı zincirinin ısrarla sürdürülmeye çalışılması, Hizbullah’ın saldırıları sadece PKK/KCK’den bilerek karşılık vereceği tezi üzerine kurulmuştu.

Sivil kurumlara saldırılar birbirini izliyor, saldırılar PKK’nin çeteci yapılanması tarafından üstleniyor, karşılık verilmesi için tahriklerin her türlüsü yapılıyordu. Ancak çeteci yapılanmanın bizzat polis tarafından geliştirilip güçlendirilmesi, saldırgan çetelerin hiç birinin yakalanmaması, hatta polisten himaye görmesi, saldırıların salt PKK cenahıyla sınırlı olmadığını gösteriyordu.

Batman’da ayyuka çıkan işbirlikçilik tablosundan sonra D.Bakır’da ifşa edilen takip-gözetleme faaliyetleri aslında hükümet politikalarına rağmen hükümete doğrudan bağlı emniyet teşkilatının ne tür kirli ilişkiler ağının ortasında olduğunun en açık kanıtları olmuştu.

Bir taraftan Batı’da Dersane direnişi, buna bodoslama atlamaya hazır Gezici kanat; Öbür taraftan baş gösterecek bir PKK-Hizbullah çatışmasıyla sürecin bozulması demek, hükümetin oluşturulacak kargaşa karşısındaki acziyetini ortaya koymaya yetecekti. Böyle bir tablo, hükümetin işlevsiz kaldığı yönündeki imaj operasyonlarıyla çökertilmesinin de formülü olacaktı.

Hal böyle iken Gezi ve dersane ikizlerine karşı hassas davranan hükümetin, Kürt illerinde bizzat Emniyet kaynaklı provokasyon ve hak ihlallerine özen göstermemesi ister istemez akıllara başka türlü kuşkular düşürmektedir.

Acaba merkezde güç paylaşımı için kıran kırana çatışan güçler, Kürt illerine sarkıtılan provokasyonlar üzerine ittifak mı yapıyorlar?

Merkezde birbirleriyle çatışmak için farklı ajandaları piyasaya sürenler, acaba söz konusu Kürt illeri ve İslami camia olunca “düşman kardeşlere” ortak ajandayı mı takdim ediyorlar?

Merkezde “düşmansınız” dayatmasında bulunanlar, acaba söz konusu Kürt illeri ve İslami camia olunca “ortaklık” telkininde mi bulunuyorlar?

Dahası, bunca provokasyon ve Emniyet kaynaklı komplolara, deşifre edilen Emniyet kaynaklı skandallara rağmen hükümet cenahının hala “Üç maymun” pozisyonunda kalmadaki ısrarı neyi ifade ediyor?

Suçüstü yapılan İstihbaratçı kuşatmalarına rağmen sessiz kalmak, hükümet açısından onaylamak anlamına gelmiyor mu?

Hüda Par yetkililerinin suçüstü yaptıkları polis ekiplerinin durumu ve açtıkları “böcek sergisi” başka bir kesime yönelik olsaydı, acaba hükümet cenahı yine de “Üç Maymun” muhabbetine yatmayı sürdürecek miydi?

Hükümetin merkezde “hesaplaşacağız” dediği Gezici, dersaneci, İsrailci çetelerle Kürt illerinde İslami Camiaya karşı yürütülen kirli faaliyetlerdeki zımni işbirliği tavrı ne anlam ifade ediyor?

Hükümete karşı merkezde kazan kaldıran cephenin meramını anlıyoruz da, aynı cephenin Kürdistan’da yürüttüğü kirli faaliyetlere hükümetin de katkı sunmasını nasıl tasvir edeceğiz?