Rivayet o ki fi tarihte şehrin birine bir adam yirmi yıl arayla iki defa gelir. İlkinde şehrin bütün ipsiz sopsuzuna, diğerindeyse şehrin bütün namuslu şerefli kesimine küfreder. Bunu yaparken de şehir meydanını, meydan istercesine bir baştan bir başa turlamaktadır. Cevap verecek kimse çıkmayınca da kalabalığa karışıp kaybolmaktadır. Son seferinde de bizim meçhul adam yapacağını yapıp kalabalığa karışacakken bu muammayı çözmek isteyen biri arkadan yetişip;

-Yirmi yıl önce şehrin bütün kötülerini, bu yıl ise şehrin bütün iyilerini sövüp saydın. Söyler misin bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, der.

Adam cevaben;

-Yirmi yıl önce bu şehirde iyiler çoğunluktaydı. Sadece orada burada birkaç kötü adam vardı. Faraza onlardan biri cevap verseydi de iyilerin yardımıyla hemen işini bitirebilirdim. Şimdi ise devran değişti; kötüler çoğaldı da iyiler azınlıkta kaldı.
 
Bana cevap vermek önce kötüler için cesaret işi oldu. Başlarına gelecekleri önceden tahmin edebildiklerinden de zaten kimse çıkıp cevap veremedi, der ve yoluna devam eder, gider.

Genel olarak Türkiye Müslümanlarının televizyonla ilişki sürecini düşünürken bu hikâye aklıma geliverdi. Gerçekten devran çok değişti; yirmi yıl önce televizyon lehine bir şey söylemek cesaret isterken şimdi onun aleyhinde olmak cesaret işi oldu. Bu açıdan Türkiye Müslümanlarının yirmi yıl içinde geçirdiği değişim ve başkalaşımı en güzel şekilde özetleyip ifade eden şeyin televizyon olduğunu söylemek fazla uçuk olmayacak galiba. Siz “Türkiye Müslümanları” sözüyle açıyı geniş tuttuğuma bakıp “Nasıl olsa bana demiyor” algısıyla sözü kendi özelinize indirgememezlik etmeyin sakın. Hayır, bu yazı, bu kalem sahibini de dâhil etmek üzere her Müslümana özeldir.

Burada televizyonun kimi çirkefliklerinden yine onun madde ve mana eksenindeki zararlarından, çoluk-çocuğa, sokağa ve topluma olan yansımalarından bahsetmeyeceğim. Yine uzmanların tetkiklerini, istatistiklerin söylediklerini, deneylerin gösterdiklerini aktarıp sözlerimi bilimsel bir temele de oturtmaya çalışmayacağım. Zira bunlar tehlike çanlarını ne kadar da çalsalar, onların soğuk dillerinden insanların hiç etkilenmediklerini biliyorum. Kaldı ki çok ilgisiz bir çağda yaşıyoruz: çağımız insanı hiçbir çağda olmadığı kadar zararı kabule hazır, ona teşne, belki ona âşık. Sonra bu yazının amacı kimilerini televizyondan bir çağda olmadığı kadar zararı kabule hazır, ona teşne, belki ona âşık. Sonra bu yazının amacı kimilerini televizyondan alıkoymak da değildir. Neme lâzım efendim, hepsi koca koca adamlar ne halleri varsa görsünler. Hem saye-ı mertebeleri (!) benim gibi kaç fakiri gölgeleyebilirken, bunu söylemek haddime mi!... Beni faziletfuruşlukla suçlayacaklara da bir çift sözüm olacak: Be kardeşim televizyonla arasına mesafe koymak fazilet değil ki onun furuşluğunu (satıcılığını/çalımını) yapalım. O gayet normal olan bir durumdur, fakat gel gör ki anormal devirlerde normal olan da anormal gözükür.

Peki, ne yapacağız ve bu yazıdan hiç mi bir gaye gütmüyoruz? Olmaz olur mu? Ah, sizi çileden çıkaracak kadar kızdırabilseydim ne güzel olurdu. Hatta içimden geçeni söyleyeyim mi? Evet, televizyon alışkanlığınızı nasıl etkiler bilmiyorum ama bir sağdan bir soldan olmak üzere kaba etlerinize bir düzine sopa indirseydim acayip rahatlayacaktım. Ama asıl gayem o da değil. Gençler… Dediğim gibi sizden geçtim ama gençlerden umutluyum. Onlar bu cedelleşmeden gerekli olanı çıkarırlar, bu da bana yeter.

Evet, tahmin ettiğim gibi seyri zımmen kabul edilmiş görünen televizyonu mevzubahis ettiğim için kaşlarınız biraz çatılmış. Ne güzel mazeretleriniz de oluşmuştu hani; İslami kanallar, kültürel programlar, belgeseller falan filan mesela. Yoksa yanılıyor muyum, konu biraz da bayat geldi size galiba. O zaman konunun henüz taze, hem sıcak cenazelerinden bahsetsem acep sizi sarar mı? Vaziyet bu olduğuna göre iyisi mi bununla başlamak?

Okul dağılışlarına hepimiz denk gelmişizdir. Bir anda caddeler, sokaklar lebaleb dolar; bir gürültü, bir curcuna her tarafı sarar. Şehirde ne kadar okul varsa o kadar ordu boşalır sokaklara. Peki, bir fütuhat, bir zafer var mı? Can çocuklardan, gençlerden oluşmuş o mağlup irfan ordularını gördükçe televizyon düşmanlığı depreşir. TV-sever anne-babalar hiçbir film aktörünün canlandıramayacağı sahilikle çocuklarını boğma sahnesiyle canlanırlar gözümde. Çocukcağız can havliyle çırpındıkça onlar daha bir sarılıyorlar boğazına. Nihayet körpe beden tamamen hareketten düşüp herhangi bir nesne gibi kalıyor ellerinde. Büyüttüğümü sanmayın; emin olun ki bu şekilde can vermiş çok çocuk gördüm. Hem eğitim camiasındaki her öğretmen de bunlardan yüzlercesine şahittir. Bu acıklı hâl şu cümleyi bana vird-i zeban etmişti: “Çocuklar, televizyon ekranını karartmadıkça geleceğiniz aydınlanmayacaktır.”

Belki “çocuklarını boğan ebeveynler” sahnesi kadar bana acı gelen ve eminim ki size de çok dokunup zorunuza gidecek şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? O da, bir gün minik çocuklar için anlattığım bu şeyleri bugün siz büyükler için yazmak...
 
Güler misin, ağlar mısın?

Bunlar işin bu tarafı… Şöyle birazcık da diğer tarafa uzanalım mı, yani ukbaya… Dilerseniz biraz da oradan televizyonu temaşa edelim. Ne o, canınız mı sıkıldı? Biraz daha sabır… Kaldı ki bu haram nazarmış, şu fuhuşatmış gibi “miskal-ı zerre” hesabıyla televizyonu didiklemeyeceğiz. Hatta o konuya hiç girmeyeceğiz, sadece oradan biraz dünyaya bakacağız; en değerli varlığımızı, hiçbir şeye değiştirmediğimiz ömür servetimizin başına gelenleri görmeye çalışacağız. Evet, altmış yaşında vefat etmişiz, mahşerde mizandayız. Bize yedi buçuk yıl boyunca geceli gündüzlü kesintisiz televizyon izlediğimiz söyleniliyor. Ortada şahitler var, inkâr edemiyoruz: evet, diye tasdik ediyoruz. Bundan ötesini bilmiyoruz. Tabi yine de insan ötesini düşünmüyor, bazı tahminler yapmıyor değil. Miskal-ı zerre titizliği ile çalışan terazi insanı korkutuyor. Fakat her hâlükârda o, yüce Mevla’nın işidir ve şimdi biz dünyaya geri dönüyoruz.

Yedi buçuk yıl geceli gündüzlü, kesintisiz televizyon izlemenin nereden çıktığını herhalde tahmin ettiniz. Evet, günde üç saat televizyon izleniyorsa bu, altmış yıllık bir ömürde yedi buçuk yıla tekabül ediyor ki ülkemizdeki günlük televizyon izleme oranı bunun çok çok üstündedir. Bunun ahiret ile ilgili tarafını düşünmeyin demiyorum, elbette ki bunu düşüneceksiniz ama işin dünya tarafına da biraz bakın lütfen. Kâinatın gayesi, neticesi ve en şirin meyvesi olan hayatı yani biricik ve en tatlı servetimizden bu kadarını elin oğluna vermek, ona kullandırtmak akıl kârı mıdır?

İşte işin bu dünya tarafı çocukların aklına çok yatardı. Zira onlara evimde televizyon olmadığını söyleyince gözleri faltaşı gibi açılırdı. Ne yapsın zavallı çocuklar! Gözlerini televizyon önünde dünyaya açmışlar. Sonraları da sabahları televizyon meş’um gözünü açınca onlar da gözlerini açmış, geceleri televizyon gözünü yumunca onlar da gözlerini kapatmışlar. Öğrenciler işin dini hassasiyetler tarafını da hesap ederek evime niye televizyon almadığımı sorarlardı. Bu arada dini kanallardan programlardan falan bahsederlerdi. Ben de şunu söylerdim: “Bunun dini hassasiyetler tarafını ancak Allah bilir ama dünyevi hassasiyetlerden kaynaklanan tarafını ben de biliyorum: Bu seçimimde dünyevi hassasiyetlerimin gayet bariz olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Zira bazen düşünüyorum da evde televizyon olmamasına rağmen ne ben, ne hanım, ne çocuklar dünyevi görevlerimizi tam olarak yapamıyoruz. Ya televizyon olsaydı halimiz nice olurdu?

Ne diyordum, nerede kalmıştım? Televizyonu mu kötülüyordum dedin? Yanlışın olmalı kardeş, öyle olsaydı televizyon-sever dostlara “Seyr û Temaşalarınız Pür Nur û Pür feyz Ola!” başlığıyla selam çakar mıydım? Ondan sonra yazılanlara mı ne demeli, dediniz. Ha, onlar… Canım onlar sayıları oldukça azalan bir güruhtan yapılan alıntılamalardır ki onlar hadlerini pek aşaraktan televizyona teledeccal diyorlar. Tövbe tövbe… Ne büyük günah, ne büyük günah! Bu dünyada televizyona teledeccal diyen ne kadar gerici varsa, Allah onların topunu bildiği gibi yapsın. Allah onları, estağfirullah… Gel de kızma şimdi. Allah korusun şimdi ağzımı bozacağım. Tövbe tövbe…

Size gelince değerli dostlar; selam ve hürmetlerimi sunar, iyi seyirler dilerim.

Sait Burak / 1 Nolu F Tipi Ceza İnfa Kurumu Kandıra / İzmit