Ahmet Yılmaz / Doğruhaber
Saddam Hüseyin ve Hafız Esad… Biri Irak; diğeri Suriye diktatörü… İkisi de “Arap devrimcisi” idi. İkisi de “ulusal sosyalizme” yakındı. Ama Saddam, Sünni azınlık üzerinden iktidar oldu. Hafız Esad, Alevi azınlık… Onlar, iktidarları sağlamlaştırma adına vurdular, öldürdüler.
Şiiler, Saddam’ın yaptıklarını Sünniliğe; Sünniler Esad’ın yaptıkların Aleviliğe hatta Şiiliğe yükledi. Onlar, İslam’a karşı savaştılar. Biz, onları İslam toplumu içindeki en eski tartışmalar üzerinden değerlendirdik. Onların yaptıkları üzerinden birbirimizin duyarsızlığına, zalimliğine, hatta kâfirliğine delil aradık. Onlar, bir tiyatroda oynar gibi rollerini yerine getirdiler; biz onların rolünden kendimize rol çıkardık.
Biri Güney Irak’ta Şiileri katletti; diğeri Hama ve Humus’ta Sünnileri… Giriş nedenleri de farklı da olsa biri Kuveyt’e girdi, diğeri Lübnan’a… Biri Kerkük ve İran sınırında bir “Arap kuşağı” oluşturma iddiasıyla Kürt bölgelerini boşalttı. Diğerinin partisi Türkiye sınırında “Arap kuşağı” oluşturup Kürtleri yerlerinden etti.
Nereden çıktı bu adamlar? “Düşman kardeşler” denen bu adamların fikir babaları kimdi? Bu yazıda onu irdeleyeceğiz, inşaallah…
Son kırk yılın Irak’ı ve Suriye’si… Arap İslam aleminin Filistin ve Lübnan dışında en sorunlu iki coğrafyası… Biri Abbasilerin, diğeri Emevilerin payıtahtı… İslam’ın pek çok hatırası, İslam tarihiyle ilgili pek çok ayrıntı onlarda saklı… Orduları hiç boş durmadı. Suriye ordusunun israil karşısındaki başarısız ve hep toprak kaybettiren savaşları bir yana onlar hep Müslüman öldürmek için silahlandı. Halkı Müslüman bir ülkenin ordusunu Müslümana karşı kullandı, Müslümanı Müslüman çocuğuna kurşunlattı, bombalattı. Bu imalat kimin ürünüydü?
İslam’ın son yüzyılında şehir merkezli iki büyük katliam vardır: Hama ve Halepçe… İki katliam da bu şehirlerin resmiyette bağlı oldukları devletlerin orduları tarafından yapıldı. Katliamlardan biri Hafız Esad’ın; diğeri Saddam Hüseyin’in eseri…
Bu gaddar katilleri, kim, hangi fikirlerle aramıza saldı? Bu katilleri başımıza getirmeyi kim, nasıl başardı?
Eylemleri, birbirinin kopyası, oysa onlar birbirine düşmandı. Neydi bu adamların rolü?
Ele geçirilmek istenen ya da elde tutulmak istenen bir coğrafyada uluslar arası güçlerin en önemli silahları fikirde ve günlük hayatta bir kaos ortamı oluşturmaktır. Kaos sürdükçe, o coğrafyanın evlatları birbirine düşman oldukça uluslar arası güçler “en güçlü güç” olarak kalmaya devam eder. “Müslümanların yenilmesi düşmanın gücünden öte ihtilaftandır” sözü bunu anlatıyor.
Mehmet Akif de
“Sen, ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır
Millet için işte kıyamet o zamandır
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” diyor.
İki adam da Arap toplumuna ve kendi ülkelerine sevdalı olmakla övünüyorlardı. Ama ikisinin de çağında Araplar bir rahat nefes almadılar. Aksine Arap, farklı mezheptendir diye Arabı öldürdü. Onların kendi toplumlarına karşı canilikleri bütün İslam dünyasında yankılandı.
Sadece Arap İslam toplumunda değil, bütün İslam dünyasında, en kapsamlı tartışmalara yol açan bu iki adam hangi hocadan derslerini almışlardı?
İnsanlar fikirlerinin ürünüdür, kişilerin eylemleri onların fikirlerinin aynasıdır. Bu adamlar, nasıl bir dünya görüşüne sahiptiler? İnsanlara neyi vaat ediyorlardı?
Saddam’ın yaptıklarını Sünni-Arap; Hafız Esad ve rejiminin yaptıklarını Alevi-Arap olmakla açıklamak basitlik değil midir? Saddam’ın acaba kaçta kaçı Sünniydi? Ya da Hafız Esad’ın kaçta kaçı Alevi?
Örneğin, biz eski Mısır diktatörü Cemal Abdünnasır’ın yaptıklarını Sünni Arap olmasıyla açıklayabilir miyiz? Ya da Mustafa Kemal’e Sünni Türk diyebilir miyiz? Onun eylemlerinin kaynağında Sünniliği arayabilir miyiz?
Öyleyse biz neden Saddam ve Esad’ın yaptıklarının kaynağında ailelerinin mezhebî ve etnik yapısını arıyoruz? Acaba bu noktada bir oyuna gelmiyor muyuz?
IRAK’TA GARİP BİR TÜRBE…
“Bağdat’ın Tahrir Meydanı’ndaki Devrim Komuta Konseyi binasının hemen yanında yeni inşa edilmiş, çini kaplı kubbesi ayetlerle dolu büyük bir türbe vardır.”
O türbe Mişel Eflak diye birine ait…Mişel diye Müslüman ismi olur mu? Olmaz tabii ki? Mişel, Hiristiyan bir Arap… Aslen Rum Ortodoksu… Saddam, ölümünden sonra onun Müslüman olduğunu ilan etti. Adını da türbeye Ahmet Mişel Eflak diye değiştirdi. Kelime-i Şehadet getirdiğini gören mi vardı? Değil… Öyleyse neden ona bir türbe yapılmış ve neden ona bir Müslüman ismi verilmiş. Çünkü o bir fikir babasıdır. Baasçılığın fikir babası…
Gelin bu mahir Hıristiyanı tanıyalım? Müslümanlar uyuyunca, çakallar ortalıkta nasıl arslan kesilirmiş görelim? Ve 20. yüzyılın karanlığında kimler Müslümanlar önüne kurtarıcı diye konmuş, hep beraber tanıklık edelim?
YIKIM TANZİMAT YILLARINDA BAŞLADI
Arap İslam dünyası Tanzimat’la birlikte kendisini tehdit altında görmeye başladı. Vehhabiliğin ortaya çıkışı ve bunun Osmanlılarca engelleniş biçimi, Osmanlı’yla Arap toplumu arasındaki bağı zayıflattı. Vehhabiliği bastırmak için Arabistan’da görevlendirilen Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa, Vehhabiliği bugünkü Suudi Arabistan coğrafyasının çöllerine hapsetmeyi başardıktan sonra kendisi Arnavut olmasına rağmen Osmanlı’ya karşı Arap itirazının simgesi oldu.
Ama Osmanlı Arap ilişkilerinde asıl darbe Tanzimat’la geldi. Osmanlı Tanzimat bürokrasisi, Selahadin-i Eyyübi’nin inşa ettiği sapasağlam cami ve külliyeyi “harabe” diye Fransız Katoliklerine verdi.
Kudüs uleması karşı çıktı, fayda etmedi. Osmanlı bildiğini okudu. Arap İslam alimleri tedirgindi Osmanlı’nın bu durumundan. Bir arayış içine girdi.
Öte yandan Napolyon’un Mısır seferinden beri Fransızların Suriye sahilindeki etkinlikleri arttı; sırtını Avrupa’ya dayayan, müreffeh ve Suriye yönetiminde karar sahibi olmak isteyen Hıristiyan toplum ekonomik açıdan olduğu kadar kültürel anlamda da Suriye toplumu üzerinde etkili oldu.
Hastalığını tedavi için doktoru Hıristiyan mahallesinde arayan…
Yeni doğan çocuğunun beşiği için Hıristiyan pazarına giden…
Gelinini Hıristiyan kuyumculardan aldığı altınlarla süsleyen…
Atının nalını bile Hıristiyan ustaya taktıran Müslüman…
Yüksekliği iki insan boyunu bulmayan, toprak damlı evde oturup Hıristiyan köşküne imrenerek bakan Müslüman…
Kendisi çocuğunu çoban yapmak için sürü bile bulamazken Hıristiyan komşusunun Paris’te okuyan çocuğunun düğmeleri parıl parıl parıldayan kıyafetlerine bakan…
Hıristiyan komşusundan ki dünyanın Amerika, Antartika gibi bilinmeyen yerleri bir yana bizzat İstanbul’daki haberleri bile Hıristiyan komşusunun gazetesinden öğrenen Müslüman, düşünsel olarak Hıristiyanlara açık hale geldi. Düne kadar “zimmi” dediği Hıristiyan için pek dillendirmese de “Adam dünyayı biliyor. Ben, bilmiyorum. Neden onu önümüze koymayalım?” sorusunu alttan alta sordu. Hem dört taraf onların kolejleri kaynıyordu. Onlar artık hoca; Müslüman talebeydi! Hoca talebesini niye dinlemesin ki?
I. Dünya Savaşı yıllarında Suriye’de dört tip Arap milliyetçisi vardı:
1. Fransız Cizvit Okulu’dan yetişen Corci Zeydan gibi Hıristiyanlardan etkilenenler
2. Mısırlı Rafi El Tahtavi gibi düşünürlerin vatan sevgisi fikirlerinden etkilenenler
3. Muhammed Abduh’un, Jön Türk saldırılarına karşı Arapların İslam içindeki yerini vurgulayan yazılarını Arap milliyetçiliğine çekenler (Arap-İslam sentezcileri)
4. İttihatçıların içinde yer alıp onların Türkçülüğünden rahatsız olan Arap subaylar
ŞAMLI MİŞEL KURTARICILIĞA SOYUNDU
Şam, İslam’ın Haçlılardan kurtuluşuna beşiklik ederken o günlerde Hıristiyanların oluşturduğu fikir akımıyla kaynıyordu. Mişel Eflak, böyle bir ortamda 23 Haziran 1910’da Şam’da doğdu. Şam’da bulunan Fransız okullarında eğitim aldı. Başarılı bir öğrenci diye parladı. Paris’e Sorbonne Üniversitesine gönderildi. Oradaki ulusalcı fikirlerden etkilendirildi, o fikirlerle dolduruldu ve Suriye’ye “bir kurtarıcı olarak” iade edildi.
Suriye’de Fransa’ya karşı bir kurtuluş hareketi oluşmuştu. Suriye’nin Batı sömürgesi olmaktan kurtulması mukadderdi. Fransa için yapılacak olan, bunu tartışmak değil, en az zararla atlamak, Şam’ı İslam’ın etkisinden uzak tutacak formülü bulmak…
Kurtuluş formülü hazırdı: Mişel Eflak’ın Baasçılığı… Suriye’de kurtuluşa susamış bir kitle vardı. Kurtulalım da varsın bir Hıristiyanın eliyle kurtulalım diyen bir kitle… Mişel için bulunmaz bir imkan… O, başa geçecek ve sizi Fransa’dan kurtaracağım, deyip başka bir kapıdan Batı’nın piyonu ve sömürgesi yapacaktı.
Kendisini zehirleyen birine insan doktor diye giderse onun vereceği panzehir ne kadar işe yarayacaksa Fransızların Mişel’i de o kadar işe yarayacaktı. Belki iyileşme umudu oluşacak. Sonra çok daha acılı bir ölüm… Suriye’yi işgal eden Fransa’ydı, Fransa’nın Mişel’i ancak böyle bir vazife görebilirdi.
ŞAM’IN MİŞEL’İ SURİYE MİLLİ EĞİTİM BAKANI OLDU
Mişel Eflak, kendisine iki arkadaş buldu: Salah Bitar ve Zeki Arsuzi. Şu koalisyona bakın: Mişel, Rum Ortodoks, Salah Bitar Sünni Müslüman, Zeki ise Nusayri kökenliydi. Bu durumları onlara bütün Suriye toplumunu kapsayacak bir fitnenin tohumunu atma imkanı veriyordu.
“Mişel ve Saláh Suriyeli, Zeki de Hataylı idi. Üçü de Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okumaya gitmişlerdi. Okullarını bitirip memleketlerine dönünce, her üçü de liselerde hocalık etmeye başladılar. Kendi çevrelerinde bir düşünce grubu kurdular ve bu grup zamanla siyasi bir parti halini aldı.”
“Üç arkadaş, 1940’tan itibaren kendilerini lider kabul eden düşünce ve çalışma gruplarını siyasi bir parti haline getirmeye çalıştılar. Mişel ve Saláh aynı, Zeki ise başka bir gruba liderlik ediyordu. 1943’te ‘‘El Baas el Arabi’’ yani ‘‘Arap Dirilişi’’ adını verdikleri hareket, Şam’da, 1947’de siyasi partiye döndü. ‘‘Baas Partisi’’ böylelikle resmen kurulmuş oldu ve genel sekreterliğe Mişel Eflak seçildi. Tüzüklerinde, kuruluş amaçları ‘‘Arap dünyasını tek bir bağımsız devlet haline getirmek için mücadele’’ diye yazılmıştı ve iktidara oynamaya başladılar.”
Bir ülkenin geleceği, o ülkenin eğitimine bağlıdır. Eğitim programı bir ülkenin gelecekte nasıl yönetileceği hakkında yol işaretleri verir.
Fransa, Suriye’den gitmişti. Ama onun Suriye üzerindeki etkisi devam ediyordu. Bir zamanlar Nuriyye (Nureddin Zengi) ve Salahiyye (Salahaddin Eyyübî) medreseleriyle bütün İslam dünyasını aydınlatan Suriye’nin eğitim bakanlığına Hıristiyan Mişel getirildi. Mişel, Suriyeli çocuklara ilmi öğretecekti, onları Farnsız aydınlanmasıyla tanıştıracaktı. Böylece Suriye çocukları hürriyetine kavuşacaktı.
Mişel, kitlelere yönelmek yerine Fransız etkisindeki darbecilik geleneği üzerinden orduya yöneldi. Askeri okullarda kendisine bağlı öğrenciler yetiştirdi, onların ordu içinde yükselmelerini sağladı. O öğrencilerden biri Hafız Esad’dı. Esad, onun ilk oğluydu. Sonra bu oğluyla arası bozulacak Mişel, Irak’a gidecek ve orada yine ordu üzerine çalışarak Saddam Hüseyin’i yetiştirecekti. Bu da ikinci oğlu ve en büyük eseriydi.
İslam dünyasını kalbinden vuran, onun kalbine iki zehirli hançer saplayan Mişel, oğullarıyla ne kadar övünse azdı. Çünkü onlar neredeyse yarım yüzyıldır koca bir İslam dünyasını zehirlemeyi başarıyorlar.
Peki neydi Mişel’in programı? Haftaya inşaallah…
Devam edecek…