Cumhuriyet dönemi din-devlet ilişkilerini yeniden düşünmemiz gereken bir noktadayız. İsmail Kara’nın Şeyh Efendi’nin Rüyası adlı kitabı sanki bugünler için yazılmış. Kitap, Cumhuriyet’in radikal din karşıtı reformları yapılırken Kemalist yönetime kahhariye okumak üzere sözleşen Sufilerin, gördükleri bir rüya üzerine bundan vazgeçişlerin anlatır. Rüyadan alınan mesaj son derece açıktır: Devletin bekası ve ümmetin maslahatı için sabır siyaseti gerektir. Bu meyanda İslami sembolleri, kurumları ve şahsiyetleri tasfiye eden bu nevzuhur rejime beddua bile edilmemelidir.
Devletin bekası, ümmetin maslahatı
Bu, Türkiye’deki İslami hareketin Sünni kodlarını açıkça gözler önüne seren bir tavırdır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti tarihinde devletin bekası ve ümmetin maslahatı adına sabır siyaseti uygulayan İslami hareketler, rejim üzerlerine geldiğinde geri çekilmeyi, imkan bulur bulmaz da İslamlaşmayı temin etmek için canhıraş bir tarzda çabalamayı tercih etmişlerdir.
Dershanelerin kapatılması tartışması ile büyüyen ve 17 Aralık operasyonu ile zirveye çıkan Gülen Cemaati-Hükümet gerilimi sırasında Fethullah Gülen Hoca’nın İslami hassasiyetlere sahip AK Parti iktidarını hedef alan bedduası önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Uzun bir süre siyasal iktidarla mücadele etmemeyi bir prensip olarak benimseyen ve kendisini siyaset dışı konumlandırdığını öne sürerek 28 Şubat Sürecinde bile muvafık rol üstlenen Gülen Cemaati’nin bu son tutumu ne ifade etmektedir? Laik Kemalist rejime okunmayan kahhariyenin İslamcı olduğu söylenen Recep Tayyip Erdoğan iktidarına okunmasının anlamı nedir? Bu yazının amacı bu sorulardan hareketle Gülen Cemaati’nin İslami hareket içerisinde kazandığı hegemonik yeri, başarısını, uluslararası aktör olmasını ve son dönemdeki dilemmasını tartışmaktır. Bu tartışma aynı zamanda Gülen Cemaati-AK Parti arasındaki mücadelenin Türkiye’deki din-siyaset ilişkisini yeniden tanımladığını da göstermeyi amaçlamaktadır.
Gülen Hareketi’nin başarısı
Türkiye’deki İslami hareketler içerisinde Gülen Cemaati, ortaya çıkışından itibaren farklı bir konumda olmuştur. En başından itibaren kendine mahsus bir gündemi ve özerk örgütlenme yapısıyla İslamcı parti ve diğer dini gruplarla etkileşimini sınırlı tutmuştur. Bunu ‘hizmet’i öncelemenin gereği olarak sunan Cemaat böylece dini söylemini oluşturmada diğer dini grupların yorum ve eleştirilerini dışlayabilen korunaklı ve kendine özgü bir senteze rahatlıkla ulaşabilmiştir. Takipçilerine tutarlı, aksiyon/hizmet odaklı, adanmış ve Risale-i Nur’un Fethullah Hoca yorumunu (ve karizmatik sufi yaşamını) merkeze alan bir dini anlayış üretmiştir. Bu dini anlayış ahiret için dünya hayatının katı bir örgütlenmesine ve fedakarlığa odaklanmıştır. Hareketin hizmet alanındaki başarısı daha fazla insanı seferber etmek için manevi dille sarmalanmakta ve sürekli yeniden üretilmektedir.
Hiyerarşiyi, örgütlü olmayı ve kendi (ve başkalarının) yaşamını hizmet uğruna feda edebilmeyi manevi bir haz iklimi içerisinde sürekli takipçilerinin gündeminde tutan bu hareket zaman içerisinde büyük bir insan, bağlantı ve finans temerküzünü gerçekleştirmiştir. Bu temerküz ülke içinde ve dünyanın birçok ülkesinde okullar ve başka kurumlar açarak transnasyonel bir mahiyete bürünmüştür. Bir mega cemaat haline gelmekle birlikte İhvan gibi diğer transnasyonel İslami hareketlerin aksine merkeziyetçi ve hiyerarşik örgütlenmesini kaybetmemiştir. Uluslararası eğitim networkünün yanı sıra Kemalist rejimin kritik noktalarına sızmada gösterdiği başarı Cemaatin özgüvenini yükseltmiş ve diğer İslami gruplar arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu algısını güçlendirmiştir. Mehdi anlayışı, Gülen Cemaatinde başarının manevi sunumu ile birleşerek cemaatin manevi şahsiyetinin yüceltilmesi ile sonuçlanmıştır.
Cemaatin üç dilemması
Gülen Cemaatinin ulaştığı cesamet ve hegemonya arayışı tam da başarıyı sürekli kılma zorunluluğunun yarattığı üç önemli sıkıntı/dilemma ile karşı karşıyadır: İlk olarak, dünya ölçeğindeki yaygınlığı uluslararası aktör olmasını zorunlu kılmış ve dolayısıyla (ABD ve İsrail gibi) güçlerle bir etkileşimi/ilişkiyi beraberinde getirmiştir. Bu ilişki gerektiğinde Türkiye hükümetlerinden bağımsız ve muhalif bir siyaset gündemini icbar etmiştir. Mavi Marmara olayında Hükümetten farklı bir dış politikayı tercih ederek bunu göstermiştir. Ayrıca, Gülen Cemaatinin, İran’ın bölgesel yükselişinden rahatsız olan İsrail ile aynı dalga boyunda buluşmasında kuşkusuz sahip olduğu Şia karşıtı dini anlayışının da etkisi vardır. Uluslararası sistemi AK Parti’den farklı okuyan Gülen Cemaati ABD ve İsrail ile gerilimi tercih etmemekte ve Hükümeti tehlikeli bir yola girmekle eleştirmektedir. Post-Kemalist bir döneme geçilmesinin büyük payını kendisinde gören Gülen Cemaati başarısına dayanarak kendi İslami mücadele yönteminin diğer İslami aktörleri gerekirse tedip etme hakkını ona tanıdığını düşünmektedir. Transnasyonel bir hareketin önündeki en büyük zorluk kuşkusuz kendi ülkesinin milli menfaatlerine karşı pozisyon almaya ve dış politika dengelerini etkileyecek ittifaklara zorlanmaktır. Devlet içinde “illegal paralel yapı” oluşturmakla ve “dindar kisvesinde taşeron bir örgüt” olmakla suçlanan Gülen Cemaati, aslında Sünni kodlardan ayrılmakla eleştirilmektedir. Diğer bir tabirle Türkiye merkezli olmaktan uzaklaşmak ve kendi devletine karşı uluslararası bir ittifaka katılmakla suçlanmaktadır. Bu suçlama mevcut iktidar kavgası nereye varırsa varsın Gülen Cemaati’nin uzun bir süre boğuşmak zorunda kalacağı bir mahiyet taşımaktadır.
İkinci sorun ise, Gülen Cemaatinin başarıya ve sonuca odaklanan yüksek motivasyonunun engellenmesi durumunda daha hırslı bir siyaset tarzını üretmesidir. Fethullah Hocanın, Cemaatine yönelik suçlamaları beddua ederek karşılaması hoşgörüye sıklıkla vurgu yapan bir din adamından beklenebilecek bir tepki değildir. Bu tepkinin altında ilahi seçilmişlik (Cemaatin manevi şahsiyeti ile Mehdi’yi temsil etmesi) hissini derinden yaşayan bir dini hareketin misyonunu yerine getirmesinin engellenmesine duyulan kızgınlık yatmaktadır. İdeallerine ulaşmaya bu derece odaklanan bir hareketin siyasal operasyonlara karışmakla suçlanması da bununla ilgilidir. Böylece, Cemaatin devlet içindeki kadrolarının örgütlülüğü ve adanmışlığı sadece “devlet içinde devlet” olarak algılanmasını üretmemekte aynı zamanda kendine yönelik söylem ve hareketlere etkin ve sert cevaplar vermesini beraberinde getirmektedir. Bu sert cevapların yolsuzlukla mücadele adına verildiğinin söylenmesi Gülen Cemaatinin “hegemonik, hırslı, gözükara” şeklinde algılanmasını engelleyememektedir. Hızla büyüyen yapının (kurum ve insan sermayesi anlamında) finanse edilmesinin zorlukları ve örgütlülüğü Cemaatini güçlendirdiği kadar içte ve dışta zorlamaktadır. Dışta yapıyı korumak için ittifaklara zorlanırken içte yalnızlaşmakta ve diğer dini grupların “birleştirici ötekisine” dönüşmektedir.
Üçüncü olarak, Gülen Cemaatinin en büyük sıkıntılarından birisi devlet kadrolarında ve sivil toplumda diğer dini gruplarla yaşadığı fırsatların değerlendirilmesi rekabetinde adaletsiz bir mücadele yürüttüğü algısıdır. Cemaatin AK Parti iktidarı döneminde gerçekleştirdiği güç temerküzü diğer İslami gruplar arasında ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. Eğitim ve emniyet kadrolarında Cemaatten olanların hızla yükselmesi ve kontrolü ele aldıkları yerlerde diğer grupları tasfiye ettikleri algısı kemikleşmiştir. MİT Krizi ile devlet içindeki Gülen Cemaati müntesiplerinin kendisine operasyon yapma noktasına ulaştığı kanaatine ulaşan ve bu örgütlenmeyi sınırlandırmaya çalışan AK Parti İktidarı, diğer İslami grupların Gülen Cemaati rahatsızlığını kendisine desteğe çevirmiştir. Dershaneler tartışmasında İslami sivil toplum örgütlerinin Hükümete verdiği destek bu çerçevede anlaşılmalıdır. Son operasyondaki yolsuzluk iddiasına/vurgusuna rağmen sertleşen kavganın diğer İslami grupların önemli bir kısmını AK Parti’ye yakınlaştırmaya devam ettireceği beklenebilir.
Yukarıda bahsedilen sıkıntıların ortaya çıkardığı en önemli sonuç Gülen Cemaatinin Türkiye’deki İslami Hareketin Sünni kodlarından ayrılışıdır. Son on yılda Kemalist iktidar blokunun tasfiye edilmesinde önemli bir rol üstlenen Cemaat diğer İslami hareketlerin yapamadığını yapmıştır. Belirli bir süre tedbiri kullanarak devletin kritik kurumlarında örgütlenmiş ve diğer dini gruplardan kendisini ayrıştırmak noktasında büyük bir ihtimam göstermiştir. Gerektiğinde İslami sembolleri bir süreliğine saklayan bu siyaset aslında Sünni siyasetin dışına taşmıştır. Gülen Cemaatinin tedbir siyaseti Sünni sabır siyasetinin ötesine geçerek Şia’nın takiye siyasetine yaklaşmıştır. İslami yönüyle bilinen AK Parti iktidarı ile kıyasıya bir mücadeleye giren Gülen Cemaati, “Firavun, Karun, şirk ve telin” gibi dini kavramlar üzerinden sert bir dini-siyasal (teo-politik) söylem üretmektedir. Gelinen noktada Başbakan’a yöneltilen sert dini eleştiri Gülen Cemaatinin İslami taban nezdindeki dini meşruiyetini zayıflatmaktadır. Gülen Cemaatinin bu zamana kadar lehine işleyen otonomisi ve hegemonyası bu defa aleyhine işlemektedir. Gülen Cemaati siyasi iktidarla girdiği kıyasıya mücadele yüzünden yalnızlaşmaktadır. Sünni kodlardan ayrılışına tepki olarak diğer dini gruplar Sünni bir refleksle Başbakan Erdoğan’a verdiği desteği perçinlemektedir. Ümmetten ve Türkiye’deki İslami hareketten kaderini ayırmakla eleştirilen Gülen Cemaati, AK Parti ile mücadelesinde gittikçe görünür ve radikal bir konuma oturmaktadır. Sünni cemaatlerin klasik siyaseti etkileme arayışından öteye giden Gülen Cemaati siyaseti radikal bir şekilde bizzat dizayn etmeyi hedeflemektedir. Partileşmeden böylesi radikal bir siyasi konumu sahiplenmek Gülen Cemaatinin cemaat olma özelliğini, dini konumu ve meşruiyetini sorgulatmaktadır. Bu iktidar mücadelesinin muhtemel sonuçlarından birisi İslam-siyaset ilişkisinin doğasının değişmesidir.
Tersine hegemonya
Türkiye’deki İslami Hareket son on yılda büyük bir metamorfozdan geçiyor. Milli Görüş Hareketinden kendisini ayrıştıran iki İslami aktör (AK Parti ve Gülen Cemaati) 2000’li yıllarda Kemalist baskıcı/güvenlikleştirici laik rejimi dönüştürmede önemli bir başarı elde ettiler. Yeni Türkiye’nin nasıl olacağı hakkında farklı vizyonlara sahip bu iki aktörün arasında yaşanan siyasi mücadele sırasında üretilen dini söylemler ve pratikler önümüzdeki dönemde laiklik tartışmalarını belirleyecektir. Cemaate yöneltilen “dindarlık kisvesi altında taşeron olma ve vatana ihanet” suçlamaları Türkiye’de İslami hareketin aktörlerinin iktidarı elde ettiklerinde ülkeye vurdukları rengin sadece İslamlaşma olmadığını göstermektedir. Tebarüz eden şey İslamlaşmanın sınırlarıdır. Farklı İslamlaşma algılarının kapışmasıdır. Bölgedeki rakip teo-politik söylemlere (Şiicilik ve Vahhabilik) benzer bir şekilde ülke içinde yeni teo-politik bir dilin temayüz etmesidir. Yine, bu kapışmanın zihinlere getirdiği şey yeni bir laiklik tanımına İslami hareketin unsurlarının önemli katkılar yapmakta olduğudur. Devletin belirli bir ideolojik/dini grup tarafından ele geçirilmesinin kabul edilemezliği gittikçe öne çıkmaktadır. Gülen Cemaati de Sünni kodlardan ayrıldıkça diğer İslami gruplardan uzaklaşacak ve yalnızlaşacaktır. Ülke menfaatlerine aykırı hareket etmek ve uluslararası bir ittifaka katılmakla suçlanmaya devam edecektir. Önümüzdeki dönemde, İslami cemaatler, sivil alana yönelmeleri ve başarı kriterlerini bu çerçevede yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini vurgulayan söylemlerle daha sık karşılaşılacaktır.
Prof. Dr. Burhanettin Duran - SETA İst. Genel Koor. İstanbul Şehir Ünv. Öğretim Üyesi