1. Dünya savaşıyla birlikte “Yalnızcılık” doktrininden sıyrılıp uluslararası sisteme entegre olan ABD’nin güç pergeli çıkarıldığında “askeri, ekonomik ve ilkeler/değerler sistemi” diye bir sıralamanın yapıldığı görülmektedir. “Willson ilkeleri” olarak bilinen 14 maddelik taslak ile ABD, tüm dünyaya liberal, özgürlükçe ve demokrat retorikle üstünlük taslamaya başlamıştır. Bunun gerisi malum: “medeniyet götürme, barbar toplumları demokratikleştirme…” gibi söylemlerin ardına gizlenmiş emperyal dönüştürme hareketleridir.

Başını ABD’nin çektiği Batı Bloğu bu ilkeler(!) ışığında 14 Mayıs 1948’de Filistinlilere ait olan topraklar üzerinde bir oldubittiyle azınlık olan yabancı bir demografik unsura (Yahudilere) israil devletini hediye olarak sundular. Evrensel hukukun hiçbir normunda kabul görmeyecek olan bu gasp ve hırsızlık vakasını “Güçlü olan haklıdır(!)” diyen Yankee’lerin anlayışıyla tüm dünyaya kabul ettirdiler.

Salim insan fıtratından doğup gelişen evrensel hukuku keyiflerine göre çiğnemeleri tüm insanlık için büyük bir belaya zemin oluşturmuş durumdadır.

Hiçbir geçerli dayanağı olmayan efsaneler ve tarihsel mitler üzerine kurulmuş olan “siyonist devlet söylemi, durgun bir suya atılan taşın oluşturduğu dalgalara benzer bir hareketlilik başlatmıştır. Bu dalgalanma Filistinli Müslümanlar için evlerinin gasp edilmesi, sürgün ve soykırım olarak kendini gösterirken çevre ülkeler de (Ürdün-Mısır-Lübnan…) bu dalgaların tesirini fazlasıyla hissettiler. Ancak zannedildiği gibi bu dalgalar sadece birkaç ülkeyle ve Araplarla sınırlı kalmayacaktır.

Dalga suda oluştuğunda vuracak kıyı arar. Dünya ise yuvarlaktır(elips). Siyonizmin başlattığı dalgalanma bu zihniyet var oldukça devinip duracak bumerang gibi tekrar tekrar aynı hatlar üzerinden geçip sahibine dokunup geçecektir.

Siyonistlerin öne sürdükleri doneleri olan vaadedilmiş topraklar: “O günde Rab Abram’la (İbrahim’le) ahd edip dedi: Mısır ırmağından (Nil’den) büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin 15/18-21)

Ve Holokost gibi hiçbir geçerliliği olmayan ve uluslararası hukukun da (normal şartlarda normal devletler için) asla kabul etmediği gerekçelere dayanarak gasıp bir hırsız gibi Filistinlilerin evine toprağına girilmiştir. Ancak burada garip olan bu gaspın topyekûn olmasıdır. Hırsız, ev sahibine baskın çıkmış ve onu kendi evinden kovmuştur. Ne de olsa siyonların kurucu babası Dr. Herzl “Dünya güç üzerine kurulmuştur” demiş ve Darwin’in, Lamark’ın “Orman Kanunu” teorilerini benimsemişti.

Ne yazık ki bu gasp bununla da kalmamıştır. Ki asıl ilginç olan da budur. Evrensel hukuka göre evine veya işyerine hırsız/gasıp giren şahıs, can-mal-namusunu muhafaza etmek için saldırgana karşı koyma ve onu dışarı atma ya da etkisiz hale getirmek için şiddet kullanma hakkına sahiptir. Bugün tarih kitaplarında adı geçen bütün “Kurtuluş savaşlarının- Bağımsızlık mücadelelerinin…” övgüyle yer bulmasının altında yatan saik bu haklılık dürtüsüdür.

Ancak bu temel kaide de Filistinliler için çok görüldü. Sözde gelişmiş devletler, Filistinlilerin böyle bir hakları olmadığına karar vermişlerdi. Böylece hırsız-gasıp haklı ve ev sahibi suçlu ilan edildi. Medeni(!) Batı bir kez daha hırsızla kol kola görülüyordu.

Buraya kadar zikredilen realiteyi herkes kanıksamış olabilir. Çevre ülkelerin halkları da “Bu Filistinlilerin olayıdır!” yanılgısıyla kendi sığ dünyalarına çekilebilirler.

Ama ne yazık ki siyonist felsefeyi bilmemek onun şerrinden kurtulmak anlamına gelmiyor. Tehlikenin büyüklüğünü anlamak için İsrailoğullarının kalıplaşmış zihniyetiyle bütünleşmiş olan siyonist dünya kurgusunu anlamak gerekmektedir. Tevrat’ta Yakup peygamberin Tanrı Yehova (Ki bu tanrı İsrailoğullarının tanrısıdır. Tanrılarını dahi diğer insanlarla paylaşmak istemezler.) ile güreştiği ve bir seferinde de onun sırtını yere getirdiği(!?) zikredilir. Bu zihniyet Yahudi’nin sınırsızlığının göstergesidir. Peygamberleriyle alay eden, onları cezalandıran, hakaret eden ve nihayette onlarcasını öldüren bir inanç rahatlığı vardır. Tanrılarıyla (hâşâ) güreşip onu zorlama üstünlüğünü nakledebilecek kadar aşırı gitmektedirler.

Kur’an-ı Kerim’de ise, “…Ey Musa! Allah’ı açıkça görmeden sana kesinlikle inanmayacağız demiştiniz de bunun üzerine size yıldırım çarpmıştı. Siz de bakakalmıştınız.” (2/55) ayetinde Tur dağına çıkan 70 kişilik seçkinlerinin ifadesi konu edinir. Burada ilginç olan şey, Hz. Musa’nın daha önce Tur-ı Sina’da Hakk Teâlâ’yı görmek isteyişini edeplice dile getirmesi ve yüce Allah’ın nurunun (bir cüz’ünün) dağa tecellisiyle baygınlık geçirdiğini bilmelerine rağmen sınırlarını zorlayarak bu talepte bulunmalarıdır. Demek istiyorlar ki: “Biz o kadar eşsiz insanlarız ki Yehova bizi yitirmemek için bize görünecektir.” Tabi ardından Hz. Musa’nın yaptığı duada “Aramızdaki beyinsizler!” damgasını yemekten kurtulamazlar.

Sina Çölü’nü takriben 40 yıl başıboş dolanırken sergiledikleri bu ölçüsüz ve sınırsız kibrin sahibi insanlara bir de kalkıp nükleer güçle donanmış bir ülke verilirse artık hangi komşu ülke kendini güvende hissedebilir ki.

20. Yüzyılın sonlarında uyanışa geçen İslamî devrimci bakış, israilli politika yapıcıları endişeye sevk edince Ariel Şaron tam bir vicdan rahatlığıyla “Müslüman ülkelerin başkentlerine atılacak birer atom bombası onları sakinleştirecektir…” diyebilmişti.

Siyonistler Filistinlileri bu topraklara yerleşmiş geçici bir kavim olarak görürler. “Bir Filistin halkı yoktur… Bizler gelip de onları kapıya koyduğumuz ve ülkelerini ellerinden aldığımız için değil. Onlar mevcut değildir.” (Golda Meir) Filistinlileri yok saymaları ve onların toprağını gasp etmeleri nispeten kolay olsa da siyonistler hâlihazırda hedeflerinin ikinci kısmına ulaşamamışlardır.

“Nil’den Fırat’a” diye belirtilen alanı kendi kutsal toprakları ve tapulu malları olarak görürler. Buna göre bu arazilerdeki halklar da siyonistlerin toprağını gasp etmiş bulunmaktadır. Birinci evre küçük de olsa Yahudilere ait olan bir devlet oluşturmak fikri başarıyla uygulandı. Ardından bu yapının güvenliği garantiye alınacaktı. Ki nükleer güç sahibi olmaları onlar için temel garanti sayılmaktadır.

İkinci evrede ise vaat edilen tüm toprakların alınması gerekmektedir. Asıl problem burada başlamaktadır. İslam ümmeti daha birinci evre ile yüzleşmesini tam anlamlandırmamışken siyonistler ikinci evrenin taşlarını döşemeye başlamışlardır.

Siyonistler ile ilgili olarak unutulan en önemli noktalardan biri de “Uzun vadeli planlar yaptıkları ve bu planlarını soğukkanlılıkla hayata geçirdikleridir.” Dr. Herzl 1897’de I. Siyon Kongresinden çıktığında “Ben bir israil/Yahudi devleti kurdum. Bazel’de kurduğum israil devletini ileride herkes görecektir…” dedikten 51 yıl sonra bu devletin ilan edildiği her nedense hep unutulmaktadır.

Siyonist politika yapıcılar ebediyen yaşayacak bir israil devleti için en önemli gereksinimin sürekli güçlenmek olduğunu ve komşularının da bunun tam zıddına sürekli zayıflamaları, parçalanıp bölünmeleri gerektiğine inanmaktadırlar. İsrail’in bekasıyla ilgili planlar yaptıklarında bu hususun birinci gündem maddeleri olduğu görülmektedir. Diğer ülkeler 5 yıllık kalkınma planları gibi kısa vadeli düşünürken siyonist akıl torunlarına miras bırakacağı ülkeyi hesap etmektedir. Nasıl olsa dünyayı en çok seven kavim olma şanını(!) almışlardır: “… Her biri bin yıl yaşamak ister…” (Bakara/96)

Çeşitli aralıklarla bazı önemli medya kuruluşları tarafından servis edilen değişik haritalarla (ne hikmetse hep israil’in etrafında bulunan) ülkelerin üçe dörde bölüneceği gösterilmekte ve zihinsel bir alt yapı oluşturulmaktadır. En son W. Post’ta çıkan önemli bir sızdırma habere göre “Ortadoğu’daki 5 ülkenin 13’e bölüneceği” harita üzerinde çizilmiş haliyle verildi. “Uzmanların ileri sürdüğü bir fikir” olarak anlatılan haberin kaynağı ve sebebi üzerinde ise pek durulmadı. Elbette ki bu haber bu tür planlı sızıntıların son halkasını oluşturuyorsa da son olmayacaktır. İlk olmadığı gibi.

R. Garaudy’nin “Siyonizm Dosyası” adlı eserinde uzunca verdiği bir makalenin bazı satırbaşlarına bakmak bu tehditkâr projenin boyutlarını anlamak için yeterli olacaktır.

“Dünya siyonist örgütü” tarafından Kudüs’te çıkarılan Kivunim Dergisi’nin Şubat 1982 tarihli 14. sayısında “80’li yıllarda israil’in stratejisi” adlı makalede siyonist strateji şöyle sıralanır:

- “Sina Çölü ve bugün kullanılır durumda olan kaynaklarını tekrar ele geçirmek başlıca hedeflerimiz arasındadır.

- Mısır’ın coğrafi bölgelere ayrılması bizim Batı cephesinde 1990 yılına doğru başlıca hedefimiz olmalıdır. Mısır bir defa dağılıp merkez gücünün dışına çıkınca Libya, Sudan gibi ülkeler ve daha uzaklarda bulunanlar aynı sonuca boyun eğeceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıpti devletinin kuruluşu daha küçük bölgesel ve az değer taşıyan siyasal birliklerin meydana gelişi şu sırada barış antlaşması yüzünden gecikmekte olan tarihi bir gelişmenin anahtarıdır. Ancak değişmeyecek olan netice, bir süre geriye atılmıştır.

- Lübnan’ın 5 vilayete bölünüşü Arap dünyasında meydana gelecek olayların en önemli olanıdır. Suriye ve Irak’ın etnik ve dini kriterlere uygun olarak belirli bölgeler oluşturacak şekilde patlaması israil için uzun vadede bir amaç olmalıdır. İlk aşama bu ülkelerin askeri gücünün yok edilmesidir.

- Suriye’nin etnik yapısı, sahil boyunca uzanan bir Şii devlete, Halep bölgesinde bir Sünni devlete ve Dürzilerin teşkil ettiği kendi öz devletine yol açacak şekilde parçalanmaya uygundur.

- Irak, israil’in ateş hattı altındadır. Bu ülkenin dağılışı bizim için Suriye’nin dağılışından önemlidir.

- Filistinliler Ürdün’den başka vatanları olmayacağını anlamalıdırlar.”

Şimdi 82’de yayınlanan bu strateji ile bugün gelinen noktada halen yayınlanmakta olanları kıyaslayanlar şüphesiz hepsinin aynı kaynağın ürünü olduklarını dehşetle itiraf edeceklerdir.

Bugün Irak’ın askeri gücü tümüyle törpülenmiş ve ülke fiilen ikiye bölünmüş durumdadır. Suriye’nin askeri kapasitesi neredeyse sıfıra inmiş ve ülke (şimdilik) fiili olarak üçe bölünmüştür. Mısır, büyük kriz ve kaoslara gebedir. Sudan ikiye bölünerek Güney-Kuzey çekişmesine teslim edilmiş durumda. Yemen tekrar ikiye bölünmek üzeredir. Libya iç savaşa sürüklenmek ve “Petro-Kabilelere’ ayrılarak uluslararası şirketlerin oyuncağı yapılmak istenmektedir.

Dikkat edildiğinde, normal ülkelerin uzun vadeli planlama dedikleri süreye siyonist stratejistlerin kısa vadeli program olarak baktıkları görülecektir. Ortadoğu’nun hâlihazırdaki kötümser tablosunun siyonistlerin 30 yıl önce başlattıkları projelerinin bir ürünü olduğu söylenebilir. Elbette ki bu projenin en büyük ayakları Türkiye ve İran olacaktır. Bu iki devletin büyüyen askeri, ekonomik güçleri ve iç dinamikleri siyonistleri en çok düşündüren konu olagelmiştir. Türkiye’yi “Kürt Sorunu” üzerinden, İran’ı ise “Nükleer Silah” bahanesiyle dondurma/safdışı bırakma çabaları sadece uygun konjonktürel ortamı yakalamayı bekleme stratejileridir.

Siyonist bakış açısı (tarihten aldıkları acı tecrübeleri yerinde kullanarak) artık elli yıllık, yüz yıllık orta ve uzun vadeli projeler yapmaktadır. Bu projeler büyük bir hassasiyet ve sabırla adım adım hayata geçirilirken ülkesi üzerinde hesaplar yapılan yöneticilerin-elitlerin-diplomatların Batı hayranlığı ekseninde fır dönüp onların ekmeğine yağ sürmeleri anlaşılır gibi değildir.

ABD’deki Musevi lobisinin çatı örgütü olan “The Zionist Organization of America” (Amerika Siyonist Örgütü) bu ülkenin Ortadoğu politikalarını etkilemede en önemli baskı grubu haline gelmiştir. Bu ve Avrupa’daki benzerlerinden güç alan israil, küçük nüfusuna ve mahallede istenmeyen komşu almasına rağmen tüm mahallenin (Ortadoğu’nun) kaderiyle oynamaktadır.

Bugün israil savunma bakan yardımcısı çıkıp Filistinlilerin yerleşim alanlarını “israil denizindeki Arap adaları olarak tahayyül ettiğini” söyleyebiliyorsa yakın bir zamanda her birinin üçe-dörde bölünmesini hesap ettiği komşu ülkelere karşı rahatlıkla ofansif politikalar yürütüp bağımlı ve kukla devletler haline getirmeye çalışacaklardır demektir.

SONUÇ VE ÇÖZÜM

Kimi İslam âlimlerinin “ümmetin sonu” olarak adlandırdıkları Moğol akınlarını Ayn Calut’ta durduran Gazzelilere (Hamas)’a ve israili çepeçevre kuşatan İhvan-ı Müslimin’e Ümmet denen vücudun antikorları olarak bakılmalı, dua edilmelidir. Ayrıca İslam adına cihat yaptığını söyleyen grupların, eylemlerini bir daha gözden geçirmeleri gerekmektedir. İslam düşmanı büyük güçlerin sabırsızlıkla bekledikleri, neticesiz ve imaj bozucu eylemler yaparak bu güçlerin eline koz verilmemeli İslam topraklarının harap edilmesine sebep olunmamalıdır.
 
Faruk Kuzu
Kandıra 2 Nolu F tipi Kapalı Cezaevi