İnsan, sınırlının misafiri, sonsuzun sakini… İnsan, adanma ve aldanmanın bercestesi… İnsan, her şeyi elinde bulundurduğunu sanıp da, her şeyin kölesi olan aciz yaratık… İnsan, benliğinde ateşler çıkarmadan her şeyi yakabilecek potansiyeldeki bir ejderha… İnsan, en çok da insan olmayı becermede sıkıntı yaşayan bir mahlûk. İnsan bir meçhul, insan bir girdap… İnsanı resmeden bu halet-i ruhiye, en çok gençlerde görülüyor. Peki ya gençliğin anlaşılmamasında gençliğe bakış açılarının ne derece payı var ve sosyal medyanın bundaki yeri nedir; çözüm önerisiyle birlikte sunalım.
Psikolojik kuramların adlandırdığı kişilik muvazenesinde tartmak gerek bazen kendimizi. O zaman (Ericson’un tabiriyle) moratoryum(ertelenmiş) ve ipotekli kişiliklerle bezeli nice ruhsal özelliklerimizin bulunduğunu fark edebiliriz. Ne istediğimizin farkına varmadığımız, bir hedefimizin olmadığı yahut hedefimiz olsa da bunu gerçekleştirecek potansiyeli kendimizde göremediğimiz nice zamanlar oluyor bir yerde. Bir yerde de bilinçaltının ergenlik dönemiyle engellenemez bir şekilde bilinç platformuna çıkışını acziyetle ve bitmişlik dolu bir çaresizlikle gözlemler; bu bataklıktan kurtulmak için uygun çözüm bulma arayışında iken nice tuzaklara düşer, kendimizi olmadık bir halde görürüz. Yani kimlik kargaşası ve buna bağlı nice komplikasyonlarla dolu bir hayat bizi bekler, zişuur bir hale geldiğimizde.
Evet dindarızdır fakat öyle bir uyarıcı bombardımanına tutuluruz ki, dindarlığın ayakta kalmakta zorlandığı nice durumlar yaşarız. Ve aslında bunun çok ama çok normal olduğunu bilmediğimiz için kendimizi yer bitirir, “nasıl bu ‘düşüncede’ olabilirim nasıl” sözleriyle ruh dünyamıza veryansın ederiz. Oysaki bu tür düşünceler en doğal şeydir bu dönemde. Fakat algılayamayız.
Çocukluk döneminde dikkat algımızda sadece “okul, ev ve oyun” bulunur. Fakat kendimizi keşfettiğimiz ve fizyolojik ve psikolojik gelişimin sonucunda bunların yanında “karşı cins, gelecek kaygısı, değişime ayak uydurma, sınav stresi” gibi nice durumlara dikkat kesiliriz. Haliyle de bu uyarıcı yoğunluğuna karşı öz benliğimizi korumaya çalışırız. üçten onlara çıkar uyarıcılar ve öyle bir hale gelir ki, ruhsal karşıtlıkların harabesinde gidiş gelişlerin bitmesini isteriz. Evet en sade tabiriyle Pedagog Adem Güneş’in de dediği gibi “Camide dua ederken ağlar, hemen sonrasında Konya kaşığı görür oynar” bir hale geliriz. “Ya iyi de eskiler bu dönemlerden geçmiyor muydu? Onlarda neden bu durumlar yoktu ya da kendini belli ettirmiyordu?” diye bir soru gelebilir aklımıza. Cevabı belli: sosyal medya etkisinin artması ve gence(ergene) bakışın farklılaşması…
Ergenlik dönemi eğitimlerini geleneksel(şiddetçi ve baskıcı) yöntemle alırdı eski nesil. Bu yöntemle bir yere varılamayacağını anlayan eğitimciler, gelişim treninin lokomotifliğini ebeveynden alıp gence veren çağdaş (“kendin ol yeter”ci ve özgürlükçü) yöntemle gençliğin kendini idare etmesini tasarlarlar ve maalesef büyük bir hataya düşerler. Çünkü “gardan” çıkmasını hedefledikleri yeni nesil; maalesef çocuklukta böyle bir anlayışla yetişmediği için “raydan” çıkar ve bir ömür sürecek bir yolculuğun daha ilk evresinde büyük sorunlarla yüz yüze gelir. Bu yöntemden vazgeçmeye çalışırlar fakat doğmuş bebeği tekrar anne karnına koymaya çalışmak gibi imkansız bir durumla karşılaşırlar. Kendini keşfetmede özgürlüğün tadına varmış, başıboşluğun zirvesinde “kendini arayan” yeni nesli; dayatmacı, şiddetçi ve emredici tarzda müdahalelere isyan bayrağını çekerek mücadele verir ve “nesil çatışması” işte o zaman patlak verir. Ebeveyn “bu çocuk böyle değildi yahu” derken, genç “beni anlamıyorlar” der ve artık sesini duyurma yarışmaları başlar. İşte tam bu sırada devreye girerek gençliğin sesini yükseltip, ebeveynin sesini kısan bir etken göze çarpıyor: sosyal medya…
Daha düne kadar küçüklüğüne aldanarak hükmetmeye çalıştığı çocuğuna, kendisini yok edecek silahı ebeveyn kendisi verir. Arkadaşlarının da vardır; gençliğin göstergesidir; “herkeste var onda da olsun” derken ebeveyn, çocuğun baskısıyla alır “iletişim aracı” telefonu. Çocukken dışarının ne derece tehlikelerle dolu olduğunun farkında olduğu için “sakın bilmediğin kimselerden şeker alma; sakın ‘seni babana götüreceğim’ diyenlere aldanma” diyerek çocuğunu korumaya çalışır ebeveyn. Yaşantısında ona yer olmadığı, hakkında bilgisinin bulunmadığı, özgürlük alanı olarak gösterilen fakat kişiyi cendereye alarak, yavaş yavaş, acı çeke çeke ruhunu ve hatta bedenini öldüren “sosyal medya” mahallesine hiçbir uyarıda bulunmadan (ya da sönük uyarılarla) gönderir çocuğunu. Ve hayatının yanlışına imza atar, bilmeden.
Genç ise merak duygusunun zirvesindedir. Araştırmayı çok sever. Daha önce baskıcı bir ortamda bulunmasından mütevellid, en fıtri ihtiyaçlarına gerekli ve ikna edici açıklama yapılmadan “ayıp, günah” gibi kof ve içi doldurulmamış cevaplar aldığı soruları arar soruşturur, safça. Doğal olmasına rağmen bunun düşüncesinin bile “çok büyük yanlış” olarak lanse edildiği için genç, kendini gereksiz yere suçlar fakat kendini de ondan alamaz ve bunun çıkmazı içine girer. Ve bu saflık içinde dolanıp dururken, çocukken anlatılan “kurt” çıkar karşısına. Tabiri caizse “büyükannesine” benzer gibidir ve genci etkiler. Sorularına cevap bulurken haz duygusunu keşfeder genç ve daha önce yaşamadığı duyguları yaşar. Çocukluğunda ipotekli veya moratoryum kimliğe sahip olan bu genç; edindiği yaşantılarla saplantılı bir ruh haline bürünür. Gerçek dünyasında konuşulmasından veya bakılmasından bile hicab ettiği durumları ona “normal durumlarmış gibi” alelade gösterip ar ve vicdan duygusunu törpüleyerek doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini kaybettirir ona sosyal medya. Ve işte o zaman “kişilik çatışması” yaşar genç. Saplantılı ruh hali, hal ve hareketine, hal ve hareketleri de ibadete öyle bir etki eder ki; çocukluğunda cami kapısından ayrılmayan o çocuk, artık dinden soyutlanmış bir vaziyete bürünür. Dinden soyutlanmanın verdiği vicdan azabıyla daha fazla dayanamayan gencin önüne iki yol çıkar. Ya ideal benliğinde karar kıldığı “dindar” kimliğe bürünmek için iradesini doğru bir şekilde kullandığına kanaat getireceğine inandığı zamana kadar, kendisini sosyal medyadan soyutlayarak “öze dönüş” hareketini başlatacak; ya da kabul gördüğü prestijli “haz bataklığına” serbest uçuş yapacak.
İşte tam da burası çok önemli. Geçmişinde özüne en uygun eğitimin verildiği fakat bir “deneme-yanılma yolculuğu” sebebiyle özünden uzaklaşmış gençlere bir “yabancı” gibi önyargıyla değil; bir “hakikat yolcusu” olarak bakılırsa nice Necip Fazıl’lar yetişir, nice Arvasî’lerin elinde.
Abdullah Yıldız / Söz ve Kalem Dergisi