Cezaevine gireli birkaç hafta olmuştu. Yıllarca yaşadığımız muhacerat hayatının mahpuslukla sonuçlanması çokça rastlanan bir durumdu. Her durumda Allah (CC)’a kulluk vazifesini ifa etmek için bir an önce cezaevini Yusufi medreseye çeviren diğer kardeşlerimiz gibi ilim arayışına yöneldik. Ne var ki F Tipi Cezaevleri bu konuda bazı sıkıntılar üretiyordu. Her odada Arapça bilen olmadığı için Arapça öğrenmek zor oluyordu. Arapça öğrenmek için biraz sabretmek gerekeceği için başka uğraşlar bulmak gerekiyordu. İşe okumak yazmakla başladım. Büyük bir gayretle okuyor, okuduğum kitaplardan özetler çıkarıyor, bazen de kitaplar hakkında kendime yorumlar yazıyordum. Bu arada cezaevi idaresinin açtığı İngilizce kursuna yazılmıştım; İngilizce konusunda bir ön bilgi olur niyetiyle kursa devam ediyordum.

Kurs, ben ve iki arkadaşımla beraber adli mahkûmlardan oluşan sekiz kişilik bir sınıftı. Kursu halk eğitim açmış, dışardan yeni mezun bir öğretmen göndermişlerdi. İlk gün tanışma faslından sonra öğretmen bana:

-Cezaevini nasıl tarif edersin, diye sordu. Ben de irticalen:

-Burası diriler kabridir, dedim. Tabi ki daha sonra bu sözün Yusufîlerin piri Hz. Yusuf (AS) tarafından söylenmiş veciz bir söz olduğunu öğrenecektim. Kursumuz aylarca sürmüş, az çok bir şeyler öğreniyorduk. Bu arada durumumuza yakından alaka gösteren, bize acıyan öğretmenle de sohbetlerimiz oluyordu. Bir gün bana diriler kabri benzetmemin kendisini çok etkilediğini, bu sözümden nasıl bir sonuca varmak gerektiğini ve benzerliğin nasıllığını sordu.

Ben de bu benzerliğin çok uzun soluklu bir anlatım ve kıyas gerektirdiğini, ayrıntılı olmasa da anahtarlarını açıklayabileceğimi, gerisini onunu anlayışına bıraktığımı ifade edip bu benzerliği anlatmaya başladım.

Ölümün ne zaman geleceği bilinmez. Bir bakarsınız sabahın ilk ışığıyla, bir bakarsınız gecenin karanlığında hastalık sıkıntısında ya da düğün sevincinde bir kocayla ya da ani bir kalp kriziyle gelir. Alır götürür insanı sonsuzluk diyarının kapısına.

Mahpusluk da aniden gelir. Ya bir sabah baskını ya gecenin en sessiz anında, bir yol çevirmesinde veya istemeden karıştığınız bir kavgayla gelir. Hastalığınıza, yarım kalan işinize borcunuza, alacağınıza, mağdur ailenize, masum yavrularınıza, gözü yaşlı anne babanıza bakmaz, takar kelepçeyi elinize.

Ölümde mevtayı ya evin bir köşesinde ya da caminin gasilhanesinde yıkar, kefenler, cenaze namazını kılıp kabre koymadan orası için hazırlarlar.

Mahpus ise ilkin karakola götürülür, kimisi işkence eziyetle kimi nezaketle sorgulanır ifadesi alınır sonra mahkemeye sevk edilir. Bu mahkemelerden tutuklanmadan dönmek mevtanın gasilhaneden dirilişinden daha az görülen bir şey olur. Genelde mahpus cezaevini boylar. Böylece karakol mahkeme derken mahkûm iyice yıkanır, paklanır, cezaevine hazır olur.

Ölümde mevtanın ölüm haberini duyan seveni sevmeyeni cenaze evine toplanırlar. Kimisi sevdiğinden kimisi ise cenaze sahibine ayıp olmasın diye gelir. Birçok insan cenaze sahibinin acısını paylaşır, sabırlar diler, yapacak bir şeylerinin olup olmadığı sorar.
 
Bazısı ise defin işlerini hakkıyla yapacak iyi bir hoca efendi tavsiye ederler.

Mahpusluk haberi sevenlere dostlara ulaşınca birçok kişi toplanır; kimisi soluğu karakolun kapısında alır, orada sabahlar, endişeli bekleyişler sürüp gider. Herkesin aklında aynı ihtimal vardır, ‘acaba işkence görüyor mudur’ diye düşünürler. Sevenler canla başla kurtuluş çaresi ararlar. Kimisi de hemen iyi bir avukat tutulmasını tavsiye eder. Mevtadan çok mahpusun yakınları işkence ihtimalinden korkarlar.

Ölümde mevta, hüzün ve gözyaşları arasında kabre doğru yola çıkar. Birçok insanın önünden geçer, kimileri acıyan gözlerle bakar tahta sandığa, kimisi hiç tanımadığı halde ardı sıra dua eder. Mevta diriyken geçtiği, kanlı canlıyken dolaştığı yolları cansız bir ceset olarak omuzlar üzerinde elleri kolları bağlı (yani cansız) geçip gider. Nihayet kabristana varır. Gözyaşları arasında en yakınları tarafından kabre konulur. Burada duygular galeyana gelir, bir can taşıyan beden, birkaç dakika içerisinde üzerine taş ve toprak atılarak toprağın başına teslim edilir. Sevenler gözyaşlarına boğulur. Kabrin başından en geç ayrılanlar en çok sevenler olur.

Mahpus ise karakol mahkeme derken cezaevinin yolunu tutar. Suçlu suçsuz her mahpus bu gidişin özgür günlerin son demleri, dış dünyaya son bir bakış olduğunu bilir. (Zira daha sonra dış dünyaya bu açıdan bakma imkânı olmayacaktır.) Mahpus, elleri kelepçeli bindiği polis otosunda cezaevine giderken sevenleri onu takip eder, son bir kez görmek için uğraşırlar. Mahpus özgür olarak dolaştığı cadde ve sokakları seyreder. Çevresindeki insanlar acıyan gözlerle seyrederler onu, kimisi dua kimisi ise beddua eder. Birçok insan bu manzarayı birçok kez görür. Ama hiç kimse bir gün bunun kendi başına gelebileceği ihtimalini düşünmek istemez. Geçen cenazenin yerine kimsenin kendini koymak istememesi gibi... Neticede mahpus cezaevine getirilir, sevenleri son bir kez görüşüp vedalaştıktan sonra üzerine demir kapılar kapanır.

Ölü, kabre konmakla bütün imtiyazlarını kabir kapısında bırakmıştır. Bir başına kendi amelleriyle baş başadır. Zenginliği, makamı, dostları ona bir fayda vermez. Zaten sorgu melekleri bunları itibara olmazlar. Mevta için dışarıdaki yaşamı, bulunduğu bu yeni âlem için belirleyici olacaktır. İyilerden ise kabri cennet bahçesinden bir bahçe, şakilerden ise cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır. Şunu ifade edeyim ki mahpusla mevta arasındaki fark şudur ki mevta pişman olsa pişmanlığının ona faydası olmaz, oysa mahpusun pişmanlığı bundan sonraki yaşamını değiştirme imkânı verir.

Mahpus da tıpkı ölü gibi cezaevine girmekle bütün imtiyazlarını kaybeder. Serveti ve makamı ona kısmi ayrıcalıklar verse de (özellikle adli suçlarda parası olanların büyük imtiyazlara sahip oldukları bilinir) mahpusluktan kurtulmasına faydası olmaz. Mahpus ilk cezaevine girdiğinde sorgulanır, daha sonra bu sorgu her tanıştığı insan ile bir daha devam eder. Mahpuslar suç durumuna göre sınıflandırılıp bir birinden ayrılırlar. Bir bakıma dışardaki amelleri içerdeki durumlarına etki eder. Bu etki psikolojik olarak mahpusun kendini rahat hissetmesi için belirleyicidir. Zira inandığı bir dava için mahpusluk yatan bir insan daha huzurlu ve rahattır.

Sözü çok uzatmadan devam edeyim. Ölünün ardından yakınları ve onu sevenler gözyaşları dökerler. Mevtanın rahat etmesi için (hayırlı olan yakınları) dualar eder, Kur’an ve mevlitler okuturlar. Bıraktığı mallardan veya kendi mallarından mevtanın hayrına ihsanlarda bulunurlar, fakir fukarayı sevindirirler. Bazen mevtanın ardından yakınları miras kavgasına girerler, çocukları ve eşleri mağdur edilir. Yılar yılı biriktirdikleri bir anda çarçur edilir. Ölünün ardından gözü yaşlı mağdur eşler, yarım kalmış işler, ödenmemiş borçları, toplanmamış alacaklar gibi bir dünya iş-güç kalmıştır.

Sonra ölünün yakınları haftada, ayada, yılda bir kabrini ziyaret etmeye gider ona dualarda bulunurlar. Yıllar geçer, ziyaretler gittikçe seyrekleşmeye başlar ama bayramlarda mutlaka ziyaret eden olur. Kadirşinas bazı dostlar vardır ki her fırsatta soluğu kabrinin başında alırlar, olmadı Yasinler, Fatihalar okuyup ruhuna hediye ederler. Kabri başında fakir fukaraya ikramlarda bulunurlar. (Böyleleri ne de azdır!)

Mahpustan sonra da sevenleri, yakınları üzüntü içindedir. Kimisi günlerce çocuklarına göstermeden gizli gizli ağlar, ağladığını kimsenin görmesini istemez. Mahpusun ardında da bir sürü dram vardır. Borçlar, alacaklar, yarım kalmış sözler, geride bıraktığı eş ve çocukları… Mahpusun durumu ölüden daha zordur. Zira mahpus geride bıraktıklarının sorumlulukları yüzünden sürekli üzüntü ve kederler yaşar. Sevdiklerinin çektiği sıkıntıların sebebi olarak kendini görüyorsa üzüntü daha çok olacaktır. Mahpusun da ölünün ziyaretçileri gibi ziyaret günleri olur. Haftalık, aylık, yılık ziyaretlere gelir sevdikleri, dostları ve yakınları. Kimisi her hafta gelir, bir an bile yalnız bırakmak istemez, her fırsat bulduğunda soluğu cezaevi kapısında alır. Kimisinin gelmesi yıllar, hatta on yıllar sürer. Kimisi bayramlara alışmıştır. Zaten iki bayram arası dediğin göz açıp kapayınca gelir. Kimisi mahpusun özlemiş olmasını düşünmez herkes kendi açısından bakar, eğer görüşe gelmişse ziyaret günü ve saati bellidir. Çıkar gelir ziyarete.

Böylece uzun uzadıya ölü ve mahpusun mektuptan telefona, gönderilen harçlıktan elbiseye, ayakkabıdan gömleğe birçok benzerliğini öğretmene anlattım. Gördüğüm konuştuğum her mahkûma söylediğim gibi “Ölü isterse bile ikinci bir şansı yoktur.
 
Fakat mahpusun eninde sonunda ikinci bir şansı olacaktır. Cezaevinde hayatının muhasebesini yapıp yanlışlarından dönerse inşallah dünya ve ahiretini kurtarmış olacaktır” ifadelerini de eklemeyi unutmamıştım.
 
YUSUF’A
 
Bilmiyorum
Günler hepten mi karardı
Yoksa göğü hüzün mü kapladı
Neden güneş yüzünü göstermez
Yoksa beklediğimi bilmez mi?
 
Ey aşkına yandığım şemsim!
Yüzündeki nur peçeyi kaldır
Dünyamızı kutlu nurun kaplasın
Yusuf’un güzelliğine doyulur mu?
 
Bilmiyorum
Neden bileklerim bağlı,
ayaklarımda prangalar.
Yoksa etrafımı saran zindan mı?
Neden, cellatların sesi duyulmaz mı?
Yoksa gelen ölüm meleği mi?

Ey yoluna ser verdiğim!
Habbab’ım, sırtım dağlandı
Ahad! Ahad! Ya Bilal!
Yusuf’a dört duvar dar mı?
 
Bilmiyorum
Kaç zaman duyacağım bu gıcırtıları
Yoksa yüzüme kapana demir kapılar mı?
Neden görülmez gökyüzü tümüyle?
Yoksa daralttılar mı geniş dünyayı?
 
Ey ruhumun rehberi!
Yıkılsın çağdaş zindanlar!
Haberciler rüyalarla gelsinler
Yusuf’a zarar verir mi tuzak?
 
Bilmiyorum
Etrafımı Kenan’ın kurtlarımı sardı?
Yoksa beni kuyuya atan hasutlar mı?
Neden gecikti Mısıra giden kervan?
Yoksa Yakub’un gözleri hep ağlar mı?
 
Ey dertlerimin Lokmanı!
İyileşsin bedenimdeki diş izleri
Yeter ihanetler son bulsun!
Yusuf’a ebedi zindan mekân mı?
 
Bilmiyorum
Başıma nice örülür Züleyha hilesi
Yoksa heveskârlar bucaklara mı uzandı?
Neden akan kanlar durmaz?
Yoksa Yusuf’a iffet kalkan mı?
 
Ey canımdan öte can!
Mısıra hükümdar olma vakti mi?
Artık mazlumlara bahar mı?
Yusuf’a sabır, zafer mi?
 
Akan Ayçoban
Adana F Tipi Kapalı Cezaevi