Zamanın büyüttüğü bir gencim, yaşım yirmilerde. Daha çocuk beklentilerim vardı ailemden.

Annemden yemek beklerdim, babamdan harçlık, birkaç oyuncak, biraz ilgi, biraz şefkat yeterliydi küçücük hayallerimi doyurmaya. Biraz büyüdüğümde beklentiler içinde olduğum ailemin benden beklentilerinin daha büyük olduğunu gördüm. Okuyacak, büyüyecek ailemin maddi sorunlarına deva olacaktım.

Küçüktüm, umut bağlamıştım büyüklerime. Hatırlıyorum da ümmetin sıkıntılarını, dağınıklığını ve umursamazlığını; ayrıca günahlarla kirlenmiş çağı görmeye başladığımda ağabeylerimize gözlerimi dikmiştim. Onlardan beklentilerim vardı. Ağabeyler derdim başka bir şey demezdim. Gıpta ile bakardım onlara. Her biri birer kahramandı gözümde. Evet, gerçekten öyleydiler, kahramandılar. Sonra bir rüzgâr esti, zalim mi zalim. Ağabeylerim Yusufiye şehrine göçünce yetim kalmıştım sokaklarda sanki. Yolumun ışığı olan ağabeylerimden ayrı kalmıştım. Ah derdim, ağabeylerim bir gelseler. Bir gelseler de şu zamana ilaç olsalar.

Sonra zaman geçti çocukluk geçti gençlik geldi çattı. Yusufiler bir bir döndüler. Her gelenin nuru bir başkaydı. Firak saçlarını ağartmış, alınlarını kırıştırmıştı. Umutla baktığım o parıldayan gözlerine iyice baktığım- da gözlerini umutla gençliğime dikmiş olduklarını gördüm. Gayret diyorlardı, ey genç adam ha gayret. Gayret et ki çağa derman olacaksın diyorlardı.

Bir de “bizden geçti” deyip geriye çekilenleri gördüm ki acısı bir başka yaktı yüreğimi. Ne de garip gelmişti bana. Bir zamanların ağabeyleri, kahraman diye baktığım Yusufiler geri çekilir miydiler? Her belaya kafa tutan, imtihanlara sabırda ashap gibi duran, sabır timsali, ağabeyler şimdi köşelerine çekilmiş, “bir de gençleri görelim” diyorlardı.

İrkildim, gençliğime bağlanan bunca umut da neyin nesiydi? Yeniden düşünmek zorunda kaldım, acaba dedim ağabeylerin umut bağladığı gençliğim bu kadar önemli miydi? Farkına varamadığım bir şeyler olmalıydı. Şöyle birkaç hayal, birkaç kitap karıştırınca tarihin tozlu sayfalarına bir kez daha bakınca ancak anlayabildim, farkına varabildim, tarihe altın harflerle adını yazdıranlar gençlerdi.

Önce Üstad Bediüzzaman’ın sesini işittim; haykırıyordu, “Kışın ortasında geldik.” diyordu; O da bağlamıştı umutlarını nesli atiye. Sonra Hz. Ali çıktı karşıma gördüm ki İslam’ın ön saflarında pervane olmuştu. Mus’ab’ı gördüm, feda ettiği gençliğini. Sa’d bin Ebi Vakkas’ı, Zeyd bin Haris’i gördüm. Her biri kendini feda eden daha nice yiğit erleri…

Sonra ağabeyleri ağabey yapan onların gençlikleri değil miydi? Uyandım gençliğimin gaflet uykusundan. Sıyrıldım çocukluğumdan ve davanın derdiyle dertlendim. Zaten olması gereken de buydu. Şerefli bir yolun şerefli yolcularıyla birlikte yol tuttum, omuz verdim Yusuflara, Yusufiye’ye.

Anladım artık, İslam bugüne kadar gençlerin omuzlarında gelmişti. Şimdi de gençlerin omuzlarında yükselecekti. Gençler gelecek nesillere ilham kaynağı olacaklardı. Tıpkı Mus’ab gibi kendini feda eden Abdusselam’lar, ‘Atalar nasıl bizlere sevda oldularsa bu günün gençleri de sonrasına sevdalar bırakacaktı.

Anladım artık, fedakârlık gerekecekse gençliğim koşmalı meydanlara, yıpranması gereken birileri olacaksa, o gençliğim olmalı, ağlanacaksa gençliğim ağlamalıydı ki yarınlarda ümmet gülebilsin. Bu gün ölünecekse gençliğim ölmeliydi ki yarın ümmet dirilebilsin. Gençliğimi bir tohum gibi toprağa verebilmeliyim ki yarına çiçek verebileyim, mis kokan. Kurban adamak gerekecekse gençliğim başını uzatmalıydı.

Ey gençliğim kalk ve davran, bu yola olmalı kurban!

Bedir Karakayalı

Söz Ve Kalem Dergisi Kasım 2013