Sadi’nin “Gülistan”ında ve İbn Esir’in “İslam Tarihi” isimli eserlerinde geçen yaşlı adam ve oğullarının hikâyesini hemen hemen herkes duymuştur.

Yaşlı adam ölüm döşeğinde yedi oğlunu da hazır ederek son nasihatini verir. Der ki: Şu bir dalı alıp kırın! Kolayca kırarlar. İkisini kırın! Onları da kırarlar. Yaşlı adam önceden hazırlattığı demetleri göstererek şu demeti de kırın! Ancak oğulları dallardan yapılan demeti kırmayı başaramaz. Bunun üzerine yaşlı baba giderayak son dersini verir:
“İşte siz de böyle birlik olursanız düşmanlarınız size zarar veremez, sizi kıramaz, ezip geçemezler” der.

Ancak bu hikâyedeki ana noktanın “korku ve endişe üzerine kurulu bir savunma refleksi doğurduğu” gerçeği gözden kaçmaktadır.

Öte yandan maslahatlar, menfaatler ve çıkarların zoraki birlikteliği söz konusudur. Özellikle liberal ve neo-liberal fikir akımlarının gölgesinde rasyonel tavır takınarak “Batı Bloğu” realitesini pratize edip her fırsatta doğulu ve güneyli toplumlara kendi varoluşsal çıkarları muvacehesinden bakan bugünün başat güçlerinin temel bileşkesi “çıkarlar birlikteliği” üzerine kurulmuştur.

İslam düşüncesinin yerleşik paradigmasında şüphesiz pragmatik (yararcı) yaklaşıma yer yoktur. Sebep-sonuç ilişkisinde sadece yarar sağlayan deneysel öngörü, örneğin Hudeybiye Antlaşması’nın yapılmamasını zorunlu kılardı. Birçok sahabe bu antlaşmayı hezimet ve zillet olarak telakki ederken Resulullah (SAV) onayda tereddüt etmemiş ve vahiy, bunu “Fethü Mübin” olarak ilan etmişti. Bu olayın karşısında ise Mekke dönemi boyunca müşriklerin “Muhammed ve ashabı bu yeni din ile baba ile oğulun arasını açıyor” propagandası gibi dava sürecini baltalayacak yorum ve saldırılar yer alır. Resulullah “kınayıcının kınamasından korkmayarak…” davetinden geri durmaz.

Hülasa, Resulullah (SAV) İslam davetinin yayılmasını geciktiren müşriklerin bu kara propagandasını göğüslerken “sıla-i rahim” ile ilgili açılımlarda bulunmuş ve mü’minin ferasetiyle bakarak Hudeybiye olayını davasının zafer yolu yapmıştı. Bu ikisi gibi onlarca kararda görülen en önemli olgu, “İslam’ın evrensel mesajına halel gelmeden genel maslahatın göz önünde bulunduğu” gerçeğidir.

Elbette ki Kur’an’ı lafzi ve zahiri dar anlamlar arasına sıkıştıranlar ile her hadiste sorunlu bir yön aramaya ayarlı önyargılı insanlara söylenecek fazla bir şey yok. Böyleleri Uhud günü “anlaşmalı Yahudi kabilelerinden yardım isteyelim” teklifini geri çeviren Resulullah’ın Huneyn gününde ordusunda seksen müşriğin bulunmasını anlamaz ya da görmezden gelirler.
Bu noktada, siyer ve sünnetin Kur’an ile bütünsel bir anlayışla ele alınması gerekmektedir. “Keyfe ma yeşa” yaklaşımlar Bektaşi’nin “namaza yaklaşmayın” cümlesini cımbızladığı fıkraya benzer.

Allah Resulü zamanındaki İslam davası söylemi bütün İslam’ı ve bütün Müslümanları kapsamaktaydı. Nitekim Bedir günü, Hendek günü veya çok sonraları Huneyn’de ya da Tebük’te onulmaz bir yara alınmış olsa idi nehrin suları tersine akmaya başlayacaktı.

Günümüzde ise dünyanın birçok yerinde neşvünema bulmuş İslami Yapılar “İslam davası” söylemini canlı tutmaktadırlar. Fakat hiç biri İslam’ın bütününü temsil etmez. Buna rağmen bütünün bir parçası olarak İslam dininin maddi ve manevi sorumluluğunu taşırlar.

Unutulmamalıdır ki bu yüzyılın başı tüm yüzyılı şekillendirecektir. Ve 21. yüzyıl da muhtemelen üçüncü binyıla rengini verecektir. Bundan dolayı fert cemaat, parti ve devlet bazında bütün Müslümanlara hayati görevler düşmektedir.
Tarihin karanlık sayfalarında kalması gereken basit fıkhi tartışmaların; günlük ameli, afaki, felsefi çekişmelerin çok kıymetli olan zaman israfına yol açmasına izin verilmemelidir. “Allah’a ve peygamberine itaat edin, birbirinizle tartışmayın. Aksi takdirde gevşersiniz ve gücünüz gider…” (Enfal: 46)

Fıkhi farklılıklar, ince nüanslar, coğrafi gelenekten gelen ayrışmalar, kültürel yorumlar, felsefi yaklaşımlar, İslam düşüncesine getirilen yerinde açıklamalar gibi renkli mozaik aslında ümmetin derin medeniyet havuzundaki zenginliklerdir. Bu zenginliğin üzerine sağlam binalar inşa edilmeli iken mozağin renkliliği (ki buna sıbğatullah denilebilir) ihtilaf, dışlama, tefrika ve düşmanlığa hamledilerek zaman ve enerji israfına gidilmektedir. Yapılması gereken ise tüm İslami yapıların İslam dini ve davasının imajı ve genel maslahatlarını düşünerek hareket etmeleridir.

Uluslararası ilişkiler(Uİ) kuramlarından biri olan oyun teorisi modellerinden “geyik avı modeli” yaşlı adam ve oğulları hikâyesini tamamlar cinstendir. Oyun teorisi, modelleri iki kapsamda ele alınır. Birincisi: Sıfır toplamlı oyunlar (zero-sum) ya da aktüel deyimle Win-lost(kazan-kaybet) modeli. İkincisi ise sıfır toplamlı olmayan (non-zero-sum) oyunlarıdır. Bu modellerden geyik avı da yine aktüel deyimle win-win (kazan-kazan) felsefesi üzerine kuruludur. Tabi ki burada kazanan, akıl sahibi oyuncular olacaktır.

Buna göre tam acıkmış bir gurup avcı, geyiği kıstırmışlardır. İşbirliği yaparak geyiğin etrafını çevirip onu avlarlarsa bu geyik hepsine yetecektir. Buradaki ortak çıkar açlıktır. Avcılardan biri işbirliğinden vazgeçse geyiği elden kaçırmaları söz konusudur. Avcıların her biri bir tavşanla da doyabileceğinden kimisi gördüğü tavşanla uğraşıp işbirliğini bırakabilir. Bu durumda da geyik yitirilmiş olacaktır. Hem tavşanın peşinden gidenin onu yakalayacağı da kesin değil, hem de diğer avcılar aç kalacaktır. Bu oyunda rasyonel olan davranış A-B-C-D… kümelerinin sorunsuz işbirliğidir. İşbirliği halinde kullanılacak stratejiyle hemen tüm matristlerde ulaşılacak sonuç win-win realitesi olacaktır. Uİ’de ülkeler arasındaki sorunları minimize eden olgulardan biri de “Ekonomik Entegrosyonun” geliştirilmesi çalışmalarıdır. Buna göre sorunlu ülkeler/bölgeler arasında ekonomik iş birlikleri arttıkça sorunların daha ileri boyutlara taşınmaları, çıkarlar gözetilerek önlenmiş olur.

Anlatılanlar ışığında, günümüz İslami yapılarına bakıldığında maalesef birçoğunun kendi dar kalıplarında kendi kişisel veya kurumsal menfaatlerini ümmet bütünlüğünün önünde gördükleri ve buna göre davrandıkları görülecektir.

Hâlbuki dünyanın dört bir yanında sayıları binleri bulan İslami cemaat, grup, kurum, vakıf, parti, vs. gibi yapıların evvel emirde gayelerinin İslam dinini temsil etmek ve yaymak olduğu bilinmektedir. Yani bu dinin izzeti ve ümmetin salahiyeti için tümünün (geyik avcılarında olduğu gibi) işbirliği içinde ve hatta eşgüdümlü çalışmaları gerekmektedir.

Yeni dünya siyasetinde uluslararası ilişkiler(Uİ) kuramcıları, analitik olarak belli bir şablona oturmasa da “parçalı / anlık ittifaklar” teoremini geliştirmektedirler. Bu siyasi yaklaşıma göre anlaşmadıkları konuları bir tarafa bırakarak üzerinde anlaşabildikleri mevzular çerçevesinde ilişkilerini geliştirebilirler. Yani tümden bağların koparılmaması sağlanmış olur. Örneğin, Türkiye ve Suudi, Suriye konusunda hemfikirdir ama Mısır politikaları çelişmektedir. Buna rağmen ortak projeleri olan konular çerçevesinde bir masa etrafında oturup ilişkilerini geliştirebilirler.

Bu durumda İslami yapıların nihai amaçları göz önünde bulundurularak en azından asgari ittifak konuları çerçevesinde bir araya gelebilmeleri ve çeşitli ittifaklar kurmalarının mümkün ve hatta zorunluluk olduğu söylenebilir.

İslami yapıların kişisel kimlikleri ön plana çıkarılmadan ümmetin salahiyeti için atılan adımlardan olan “İslami Partiler Birliği ve Müslüman Âlimler Birliği / İslam Âlimleri Birliği…” gibi girişimler takdire şayandır. Ve mademki tüm Müslümanlar ile İslami yapıların temel sorumluluğu dinlerini yaşamak ve yaşatmaktır. O halde vahye dayalı bu İslami öğretiyi hayatın ana dokusu haline getirmek için ilk iş olarak tefrika ve tekfir kaynaklı “imaj bozukluğu” düzeltilmelidir.

Yüce Allah’ın “… dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslam’ı seçtim”(Maide: 3) diye buyurduğu aziz İslam dini, bugün müntesiplerinin farklı çıkar hesapları ve her bir parçanın kendisini “iman şampiyonu” olarak telakki etmeleri neticesinde ciddi anlamda bir imaj sorunu yaşamaktadır.

Müslümanlar en azından asgari müştereklerde ittifaklar kurup diyalog kanalları oluşturmalı ve yekvücut bir görüntüsergileyebilmelidirler.
 
Vesselam, Fiemanillah!
 
                                                                                                                                                                                     Faruk Kuzu
                                                                                                                                                                                 Kocaeli Kandıra
                                                                                                                                                                              F Tipi Kapalı Cezaevi